Eskiden solcu denilince çok ısrarcı olabilecek bir şekilde örgütlenmekten bahseden biri akla gelirdi. Parodisi yapılmak istense bu özellik öne çıkartılabilir. Peki genel olarak doğru mudur? Doğrudur. Solcu örgütlenmek yönünde davranır. Çünkü yaslanabileceği tek güçlü olma hali odur. Tankı, topu, parası, hazır kıtaları yoktur.

Şimdi öyle mi? Pek değil. Solcu olmak bireysel düzeyde bazı kültürel kodları benimsemek gibi bir iş haline dönüştü. Nazım’ın, Deniz Gezmiş’in, Ernesto’nun kartpostallarını aynanın kenarına iliştirenler olur ama hiçbir politik örgütün kapısından içeri adımını atmaz. Herkes anlaşmış bir biçimde politik örgütlerin kötülüğünden söz eder.

Yenilmek böyle bir şeydir işte. Hani bir laf var ya “ölmeyi bayılmak sanıyorsun” diye. Yenilmek bayılmak değil, bu durumlara düşmektir. Ölmüş öküze bıçak çeken çok olur.

Örgüt meselesi böyle.

Ben aslında politika konusunu ele almak istiyorum.

Eskiden solcular politik olmayı da çok sever ve tercih ederdi. Şimdilerde maalesef o da öyle değil. Her şey ne kadar çok ve tuhaf değişiyor değil mi?

Örneğin CHP’nin solu gibi konuşmacılar, bahsedilen meselenin “siyaset üstü” olduğu yönünde AKP’lilerle kolaylıkla anlaşabiliyor. AKP’liler bu anı çok seviyor. Bunu söyleyen muhalifle birlikte huşu içinde kafa sallıyorlar. Hah işte en güzel noktaya gelindi. Hâlbuki iktidardakilerin gidişatına ancak ve ancak politika dolayımıyla müdahale edilebilir. Yok politika aracılığıyla müdahale etmeyecekseniz, edemezsiniz. Çocuksuluktur bu. Herhangi bir meselenin bu şekilde parantez içine alınmasından o nedenle memnun oluyor hükümeti savunanlar. Rahatlıyorlar, sıyrılmış oluyorlar.

Konuya siyasetle müdahale edilmeyecekse neyle müdahale edilecek?

Örneğin deprem esnasında politik olmayacağız çünkü ortak bir acımız var. Toplanan vergiler ne yapıldı diye sormayacağız. Şimdi sırası değil. Deprem üzerinden siyaset yapılmayacak. Hep birlikte üzülüyoruz, ayrılık gayrılık yok. Hükümet, o vergileri on sekiz senedir kendi çıkarları için kullanmadı.

Ne güzel bir siyaset üstücülük.

Herkes böyle siyaset üstü olsa, bin sene hükümet yönetebilirim.

Sınır ötesi harekâtta ne için siyaset üstüyüz ya da siyaset yapmıyoruz? Çünkü bu vatan-millet meselesi, beka meselesi.

Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi de böyle. Bu konuda AKP temsilcileri büyük bir motivasyonla hareket ediyor. AKP İBB temsilcisi Tevfik Göksu diyor ki “Cemevlerinin ibadethane olup olmamasına hukuk ve din adamları karar versin”. Ne kadar sevmişler her şeyi bir uzmanına sormayı. Yandaş bir uzman bul, hukukçu bul, din “adamı” bul, işi bitir.

Buna zaten Alevi toplumu karar vermiş diye bir yaklaşım akıllarının ucundan bile geçmiyor. Aleviler ibadethanelerini Sünni din “adamları”ndan iyi mi bilecek?

Anlayacağınız siyaset yapılmayacak konular listesi ziyadesiyle uzun.

İşin şaşırtıcı tarafı, solun da bu listeyi benimsiyor oluşu. İstanbul’da yapılmak istenen kanal, listeye en son eklenen madde.

Ne yapılmayacak? Siyaset yapılmayacak. Uzmanlar konuşacak ve herkes ikna olup olaysız bir şekilde evlerine dağılacak. Tam bir çevik kuvvet polisi ütopyası.

İyi güzel de kanalın yapılmasını yanlış bulan uzman kadar, doğru bulan uzman da var. AKP bunları da çıkarıp her yerde konuşturuyor. Üstelik öyle bir uzman akademisyen topluluğa ÇED raporu hazırlatmış. Nasıl böyle oluyor?

Çünkü bu konu politiktir ve toplumsaldır.

Bir güçler dengesidir, güçler mücadelesidir. Politik bir mücadeledir.

En sonunda toplum bir karar vermek zorundadır. Elbette ki kanala karşı çıkanlar haklıdır ama sorun böyle düşünerek bir sonuca ulaştırılamaz. Bana göre, toplumsal sorunları yaratan temel mesele üretim araçlarının bireysel mülkiyetidir. Ama ne yazık ki nüfusun büyük bir çoğunluğu bunu kabul etmiyor. O nedenle, bu hakikati çok önemli bir uzmana söyleterek istediğim noktaya varamam. Kitleler bu fikre ısınmadan düğümü çözmek mümkün değildir.

Farz edelim ki kanalın doğayı yıkıma sürükleyeceğini uzmanlar, akademisyenler anlattı. Bu projenin, AKP’nin ekonomi ve dış politikada bozguna uğradıktan sonraki kendini kurtarma hamlesi olduğunu hangi uzman anlatacak?

Onun uzmanı yok.

Onun uzmanı sıra neferi devrimci militanlardır. Bu projeyi içine sindiremeyen sade vatandaşlardır. Onların politik ilişki ağlarıdır, örgütlenmeleridir. Önemsenmesi ve öne çıkarılması gereken onlardır.

Ekim Devrimi’ni yapanlar onu kitle bağları kurarak yaptılar, uzmanlarla değil. O devrimin, diğer komplocu girişimlerden farkı budur. Önemli tarihsel olaylar kitlelerle birlikte yapılır.

“Bir gün gücü elimize geçirdiğimizde uzmanlar söyler biz de herkese zorla yaptırırız” diye düşünenler çok yanılıyor. O gücü Rusya’daki devrimciler, ilmek ilmek örgütlenerek ele geçirdiler. İşçileri ikna ederek Sovyetler’de çoğunluğa ulaştılar. Büyük şehirlerdeki yerel seçimleri kazandılar.

“Sonra bunlara gerek kalmadı” diye düşünenler olabilir ama tarihsel gelişmeler “böyle bir sosyalizme de gerek yok o zaman” sözünü acı bir şekilde bize söyledi.

Kestirmeden toplumsal mücadele vermek mümkün değil. Kolay zafer yok.

Kitlelerin karar vermesi gerektiğini hatırlayalım. Söz, yetki, karar halka demek kolay gibi gözükür ama dünyanın en zor işidir. Kitleler, bizim istediğimiz kararları vermezler hemen. Bunu bilmeliyiz ve bu zorlukları aşabilmenin yöntemlerini geliştirmek üzere çırpınmalıyız.

 “Karar senin ama uzman solcular olarak biz en doğrusuna karar veririz” diye akıl yürütmenin sonu karanlık. Bütün sosyalizm tecrübeleri bize bunu kanıtladı. Bunu görmemek, bakar kör olmaktır.

Yapılması gereken, kanala karşı politik mücadele yürütmektir. Bu mücadele örgütlenmeler aracılığıyla yürütülür. Kitlelerle yapılır ve o nedenle, kitle demokrasisini gerekli kılar.

Deprem, askeri harekâtlar, cemevleri ve tabii ki kanal projesi, politik bir konudur.

Bütün mücadeleler sonunda, kararı halk verir.