Donald Trump Bağdadi’nin öldürüldüğünü ilan etti. Nerede öldürüldü? Türkiye sınırına 5 kilometre ötedeki bir köyde. Bütün teröristlere inanılmaz düzeyde karşı AKP iktidarının ülkesine 5 kilometre yakın. Her tarafına “gözlem noktası” kurulmuş, kuş uçurtulmayan İdlib’in kenarında.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Suriye harekâtıyla ilgili kendisine yönetilen “IŞİD’den saldırı gelebilir mi?” sorusuna güldü ve “Bir şey olmaz merak etmeyin” cevabını verdi. İnsan bakanın böylesine sıcak bir gülüş içerisinde olmasından ürperiyor.

IŞİD hem uzak değil hem de pek tehlikeli bulunmuyor. Neredeyse sevimli bir şey olduğunu sanacağız. Ülke böyle, bakan da böyle.
Nasıl oluyor peki bu? Üzerine düşünmek gerekir mi? Bence gerekir.
Anlamlı olan her şey en küçük hücresine kadar yok edilirken ortaya çıkan boşluktan, görülmemiş bir anlamı bulmuş olma iddiası fışkırıyor. İslamcı radikalizmin zemini bu.

Genç solcular Lenin’in “Ne Yapmalı?” kitabına büyük bir ilgiyle yönelir. Çünkü hepsinin kafasında “Ne yapmalıyım?” sorusu yankılanıyordur. Artık meseleyi çözeceklerini düşünürler. Ne var ki Lenin’in eseri, Livaneli’nin şarkısı gibi “bir insan ömrünü neye vermeli” tonunda değildir.
Okuyan, solcular arasında yaşanan birçok tartışmayla karşılaşır. Dünyayı izah eden bir aforizma yoktur. Ne garip değil mi? Koskoca Lenin dünyayı açıklayan bir aforizma söylemiyor mu? Söylemiyor işte.
Elde ne var peki? Tartışmalar.
Çok gençken Marks ne diyor?
“Eğer geleceği inşa etmek ve her şeyi tüm zamanlar için geçerli olacak şekilde çözüme bağlamak bizim işimiz değilse, bugün neyi yapmamız gerektiği de apaçık ortaya çıkar. Kastettiğim, ne varsa her şeyin insafsız eleştirisidir. Hem bu eleştiriyle ulaşılan sonuçlardan, hem de mevcut güç odaklarıyla çatışmaktan hiç korkmadan.” Yani “insafsız eleştiri”.

Sözüm ona solu beğenmeyenler fazla tartıştığı ve her şeyi eleştirdiği için beğenmiyor.
Solcular arasında bile şu şakayı hep duyarsınız “bu da hep muhalefet”. Solu değersizleştirmek için söylenen sözü kendisi şaka olarak sürdürüyor.
Hâlbuki sol 1990’da yenildiğinden beri tartışmıyor ve eleştirmiyor. Buna güç bulamıyor. Çünkü yenilmek böyle bir şeydir. Senin için savaşacak insanlarını kaybettiğin gibi senin için tartışacak insanlarını da kaybedersin. Bacağın kırıktır ve kıpırdatamazsın.

Sol bütün insanlığın geleceği adına tartışır ve eleştiri yapar. O yenildiğinde bütün insanlık yenilir aslında. Yaşadığımız bu. Tartışma ve eleştiri sustuğunda ne kaplar ortalığı?

En masumundan başlayayım. Aforizmalar veyahut tiyatral uygulanışıyla Ramiz Dayı didaktizmi.

Herkes ders veriyor, efsane konuşma ya da kapak yapıyor. Hani diyalektik kavramını çok severiz ya, dikkat edilirse saydığım pratiklerin hiçbirinde ikinci taraf yok. Bir taraf söz sarf ediyor, ikinci taraf diz çökmüş onu dinliyor köle gibi.

Eğer sade bir solcu bile kendi sözüne böyle bir tartışılmazlık, ezicilik atfediyorsa İslamcı bir radikal ne yapmaz. O kendi ileri sürdüğü sözlere aforizma bile demiyor. Kendi sözlerinin, Tanrı’nın buyruklarına dayandığını iddia ediyor. Varın sonuçlarının ne olacağını siz düşünün. Öyle olunca böyle mi oluyor? Evet öyle oluyor, bir düşünün abiler ve ablalar…

Bu âlemde eğer tartışma bittiyse herkes yavaş yavaş tartışılmayacak şeylere doğru sokuluyor. Mahrum kaldığı sıcaklığı oralarda arıyor. Kimisi şanlı tarihinde tartışılmazlık buluyor, kimisi kavminde, kimisi doğuştan edinmiş olduğu özsel niteliklerde, kimisi kutsal olduğunu iddia ettiği sözlerde.

Eğer âlem buysa, oyunun kuralı buysa kutsallık iddiasında olanlar kral oluyor. Sonuç olarak kimsenin onlara olmaz böyle diyecek yüzü kalmıyor. Sen tartışılmaz öze davet edersen, o da seni tartışılmaz kutsallığa davet eder. Paradoks budur.

Lenin yenilmeyi bir dağın zirvesinden aşağıya inmeye benzetir.

“Kendisinden önce hiç kimsenin erişemediği o yükseklikten iniş, hayali dağcımız için belki tırmanıştan çok daha tehlikeli ve zorludur. Kayması işten bile değildir. Basacak yer bulması çok zordur, doğrudan amacı yönünde tırmanırken hissedilen neşe ve canlılıktan eser yoktur. Beline bir ip bağlamak, sivri değneğiyle tutunacak bir yer açmak veya ipi sıkıca bağlayacak bir çentik oluşturmak için saatlerini harcamak zorundadır. Salyangoz hızında hareket edip aşağı yönelmesi, inişe geçmesi, hedefinden uzaklaşması gerekir. Ve bu alabildiğine tehlikeli ve acılı inişin ne zaman son bulacağını, zirveye doğru daha cesur, hızlı ve dolaysız bir şekilde tırmanışa geçebileceği güvenli bir dönüş noktasını bulup bulamayacağını bilmez.

Yanılsamalara takılmayan, ümitsizliğe kapılmayan ve alabildiğine çetin bir görev karşısında tekrar tekrar “baştan başlama” gücüyle esnekliğini koruyan komünistlerse yenilmeyeceklerdir.”

Yenilmek bu kadar zordur işte.

Ama insanlığı yeniden Ekim Devrimi’nin yüksek dağlarına davet edebiliriz.

Şanlı tarihin, özün ve kutsallık iddiasının bunaltıcı harareti yerine; tartışmanın, eleştirinin, yükseliş fikrinin ve yeniden başlamanın serinliğine.