Karl Marks’ın Kapital kitabının önsözünde kullandığı bir ifade var: “Anlatılan senin hikâyendir” diye. Çok ünlü ama sanki Marks uzun bir hikâye anlatacakmış gibi anlaşılıyor. Oysaki öyle değil. Marks’ın asıl özelliği uzun, ilginç ya da tatlı bir hikâye anlatmasında değil.

O ünlü cümlenin başlangıcında Marks şöyle yazıyor:

“Bugüne kadar, İngiltere, bunların (üretim ve değişim koşulları) klasik yurdu olmuştur. Teorik düşüncelerimin gelişmesi içinde, İngiltere’nin başlıca örnek olarak gösterilmesinin nedeni işte budur. Ancak eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker, ya da iyimser bir biçimde Almanya’da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: Bu öyküde senin sözün ediliyor.”

Marks iki ülkeden bahsediyor ve onları karşılaştırıyor. İngiltere ve Almanya. “Yalnız ve güzel Almanyam” demiyor. Hatta Alman okuru uyarıyor. Omuz silkme, bizde işler bu kadar kötü değil deme, diye yazıyor. İngiltere için anlattığım öyküde seni de anlatmış oluyorum, diyor.

İşte Marks’ta bambaşka ve bilimsel olan nitelik budur. O hikâyesinin her ülkede geçerli ve evrensel olduğunu ileri sürer.

Bizde milliyetçi olmayanlar da “biz çok farklı ve özgülüz” ya da “biz bize benzeriz” yaklaşımına çok teşnedir şaşılacak şekilde. Bu da onları bilimsel bir çözümleme yönteminden koparır genellikle. Acı ama gerçek.

Suriye’nin kuzeyine yönelik harekât ne zaman uluslararası düzeyde tartışma konusu olsa Dışişleri Bakanı hemen lafı yapıştırıyor. Fransa Ruanda’da yaptıklarına baksın. Aslında bakan farkında olmadan Marksist bir yöntem kullanıyor.

Evet, farklı coğrafyalarda yaşanıyor olsa da, etnik kimlik farklılıklarından kaynaklanan sorunlar birbirine benzer. Emsali vardır. Türkiye Fransa’ya benzer, Ruanda da Suriye’nin kuzeyine. Zaten Mevlüt Çavuşoğlu da bunu ifade ediyor. Kötü olan şu ki, Türkiye sağı bazen bu yöntemi mükemmelen uyguluyor, bazen ise unutuyor.

“PKK terörist mi?” sualinde ulusal sorunlardaki benzerlik bahsini tamamen ortadan kaldırıyor. Ne dünya; ne Katalanlar, İrlandalılar, Tamiller; ne de ulusal kimlik konusu. Sen sus gözlerin konuşsun. Sadece evet ya da hayır de.

Terörist olup olmadıkları sorulabilecek oluşumların ilginç bir ortak özelliği var: Hepsi azınlıkta bulunan etnik kimlikten. O halde “tatava yapma cevap ver geç” denilecek değil, üzerine kafa yorulması gereken bir durumla karşı karşıyayız demektir. Sorun evrenseldir, tarihidir ve kapsamlıdır. Kısa bir soruya verilecek tek kelimelik bir cevapla çözüme gitmek mümkün olmaz.

Ulusal sorunları, sebepsiz yere ulusal sorun çıkarmak isteyenler çıkarmaz. Gerçek hayatta bilim kurgu filmlerindeki gibi sebepsiz ve sınırsız kötü yaratıklar birden ortaya çıkıvermez.

1994 yılında Ruanda’da azınlıktaki Tutsi etnik nüfusuna yönelik büyük bir soykırım gerçekleşti. 800 bin Tutsi öldürüldü. Hutular yorulduklarında kaçamasınlar diye Tutsilerin tendonlarını kestiler.

Çocuklar dahi acımasızca öldürülürken, çocuklardan biri ağlayarak “ne olur beni öldürmeyin, bir daha Tutsi olmayacağım” diye yalvardığı duyuldu. Onun böyle yürek parçalayan yalvarması bile ne yazık ki yaşamasını sağlamaya yetmedi.

Düşününüz, insanlık bir çocuğun Tutsi olmayacağına söz vermesiyle karşı karşıya. Suça bakınız. Verilen mümkünatı olmayan söze bakınız.

Bir çocuk nasıl Tutsi olmayabilir? İnsanın boğazı düğümleniyor.

Hikâyeler birbirine benzer mi peki? Evet benzer.

Bu topraklardan da bir hikâye var.

12 Eylül sonrasında Mamak Cezaevi’nde yatan oğlunu ziyarete giden anne ile oğlunun hikâyesi. Görüşme yerinde karşılaştıklarında anne oğluna yaklaştı ve “Kamber Ateş nasılsın?” dedi. Oğlu “iyiyim sen nasılsın?” diye cevapladı. Anne tekrar “Kamber Ateş nasılsın?” diye sordu. Oğlu her konuştuğunda anne aynı cümleyi tekrarlıyordu.

Neden mi? Çünkü görüşmelerde Türkçe dışında bir dille konuşmak yasaktı. Annenin Türkçe olarak bildiği tek cümle buydu. Oğluyla vedalaşırken de “Kamber Ateş nasılsın?” dedi.

Kürtçeden başka dil bilmeyen bir insana Kürtçe konuşma yasağı uygulamak mümkün değildir ki.

Ruanda’daki çocuğun Tutsi olmamaya çalışması gibi işte.

Yani ulusal kimliğinden ötürü ezilen toplumların sorunları birbirine benzer.

Türkiye’de, Ruanda’da, İspanya’da, İngiltere’de ve daha nice yerlerde.

O nedenle sadece Türkiye’de yaşanan, uzaydan merdivenlerle inen “teröristlerin” yarattığı bir sorunu konuşmuyoruz. Bir ulusal sorun konuşuyoruz. Kürt halkının ulusal sorununu.

Biz hiç bilinmedik, emsali görülmemiş ve gerçek üstü bir belaya çatmadık.

Bu sorun nesneldir, evrensel olarak gözlemlenebilir ve diğer coğrafyalarda yaşananlarla büyük benzerlikler taşır.