Sene 2015: TBMM “Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu” toplantısındayız.

 
Özgecan öldürülmemiş, o günden bu yana kadın cinayeti ile kaybettiğimiz yüzlerce kadın öldürülmemiş, hepsi hayatta…
 
Evet, eğer o toplantıda kadın örgütlerinin ortaya koyduğu verilere ve önerilerine kulak verilseydi
2015 yılında öldürülen 303,
2016’da 328,
2017’de 409
2018'de 440
ve bu yılın ilk altı ayında öldürülen 214 kadın aramızda olacaktı, yaşıyor olacaktı. O toplantıdan bu yana maalesef ki en az 1684 kadın öldürülmüş… 
 
Yetmedi mi? Peki bugün öldürülen binlerce kadın, istismara uğrayan binlerce çocuk varken bu felaketi durdurmanın yegane yolu olan İstanbul Sözleşmesi’ni neden tartışıyoruz? Yapılması gereken onu uygulamakkennasıl olup da imza çekmenin, revize etmenin sözü ediliyor?
 
Mecliste komisyon toplantısında ne olmuştu? Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun yıllara göre kadın cinayetleri tablosunu görünce toplantıya katılan tüm partilerden vekiller çok etkilenmiş, herkes heyecanla kadın cinayetlerinin tek azaldığı yıl olan 2011’de ne yaptıysak onu yapalım demişti.
 
Ne mi yapmıştık? O sene, İstanbul Sözleşmesi’ne ilk imza atan ülke olmuştuk. Bunun anlamı bir kuru imza değildi, hatta sözleşme yeterli sayıda ülke imzalamadığı için henüz yürürlükte bile değildi. Şiddete karşı imza atmanın, hele de ilk imzacı olmanın anlamı; devletin şiddete karşı kadınların yanında çok net bir siyasi irade ortaya koyması, alınan tutumun kamuoyunda somut görülmesiydi; bu siyasetin toplumdaki erkek şiddetinde doğrudan fren etkisi yaratmasıydı.
 
Düşünün; devletin şiddet karşısında en güncel ve etkili belge ile mücadele edeceğim diye sadece somut tek bir adım atması ile kadın cinayetleri yarı oranda azalmıştı. Bir de sözleşmenin tam olarak uygulandığını düşünün… İşte o zaman kadınların ve çocukların şiddetten kurtulduğu bir hayata kavuşmasının yolunu açabiliriz.
 
Maalesef bizde tam tersi oldu; sonraki yıllarda imza attığımız belgeyi uygulamaya gösterilen direnç ve neredeyse her maddenin tam tersine bir gidişat başladı. Kadınların temel haklarını koruyan tüm diğer yasal haklarla da uğraşıldığı -yargıdan siyasete çalışma hayatından eğitime kadar- her alanda erkekleri kollayan bir tutumun gündemde olduğu bir iklimde, bugünlere geldik…
 
İstanbul Sözleşmesi ne diyor? Biz ne yapıyoruz?

İstanbul Sözleşmesi, adından dolayı değil, şiddetten kurtulmanın yolunu çok gerçekçi ve isabetli biçimde gösterdiği için hayranlık uyandırıyor. Şiddetin bütünsel ve çok katmanlı bir toplumsal sorun olduğunun bilincinde, her aşama için somut önlemler öneren bilgelikte bir belgemiz var elimizde. Şimdi ona kolayca ve şuursuzca saldıranlar bunları bilsin; bu belgenin arkası çok sağlam ve kolay yenilmez. 2006’da çalışmalarına başlanıyor, 2006'dan 2009’a kadar kadına yönelik suçlar konusunda ihtiyaçlar çalışılıyor, 2009 - 2011 arasındaki hazırlıklar sonrasında 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılıyor. Yani bugün hiç emek vermeden bol keseden atarak ona saldıranlar bilsin ki bu belgenin arkasında çok emek var, deneyim var, kadınların mücadelesi var, bilgi var. Hiçbir madde boşa değil, öyle kolay yenemezler bizi. 
 
Ne diyor bu maddeler?

Başta devletlere yüklediği şiddetle ilgili “veri toplama” yükümlülüğü olmak üzere çok sayıda uygulanmayan -uygulansa hayat kurtaracak- madde var. Yıllardır devletin yapmadığını yaparak veri toplayıp raporlar oluşturarak hem de tüm diğer maddeler uygulansın diye mücadele ediyoruz. Nihayet bu sene ilk defa Türkiye Polis Akademisi Kadın Cinayetleri Raporu yayınlamaya başladı. Biz de diğer maddelerinin de uygulanması için daha çok mücadele ettiğimiz bir evreye geçtik. Belki de bunun yarattığı kaygı ve gerilimle kadın düşmanları da harekete geçerek saldırıya başladılar.
 
Önümüzde uygulanması için kararlılıkla mücadele etmeye devam edeceğimiz birçok hakkımız var ama onları dört temel yapı taşında (4 P) şeklinde ele alabiliyoruz:

1. Önleme (Prevention)
2. Koruma (Protection)
3. Kovuşturma (Prosecution)
4. Politika (Policy)
 
1. Şiddeti önleme yükümlülüğü:
 
Sözleşme diyor ki; “Her şeyden önce şiddetin ortaya çıkmasını zorlaştıran bir toplum yarat. Yani şiddet cesaret bulamasın, tıpkı koruyucu sağlık hizmetlerinde olduğu gibi baştan önlemini al, onun bir aşısını yarat” diyor. Evet, bir zamanlar bulaşıcı hastalılar nasıl ki kitlesel ölümlere yol açıyordu ama şimdi çocukluk aşılarımız sayesinde bu yıkımdan kurtulabiliyorsak şiddetin de bir aşısı var. İstanbul Sözleşmesi şiddetin başlıca aşısıdır ve aşının etken maddesi içerisindeki “toplumsal cinsiyet eşitliğidir". Bugün duymaktan rahatsız oldukları bu kavram, kadınları ve çocukları zarardan koruyacak yegane ilaçtır. Buna itiraz eden ya da sözleşmeyi savunup bu bölümü revize etmeyi düşünenler bilsin ki sözleşmenin esasını, yani bir aşının etken maddesi çıkarmak onun bütün koruyucu içeriğini boşaltmak anlamına gelir.
 
Sürekli gündeme getirilen “eşitlik” değil “adalet” tartışması da aynı yere çıkıyor. Çünkü ölçülebilir, üzerine bir sistem kurulabilir olan kavram “eşitliktir”. Nitekim işte her sene ölçüyor ve ahvalimizi görüyoruz. Eşitlik yerine “adalet” kavramı önerilebilir ama o nasıl ölçülecektir? Sadece yargıdan söz etmiyoruz burada, kaldı ki yargıda en çok adalet arayanlar zaten biz kadınlarız. Eşitlik verilerini oluşturan kadınların çalışma hayatına, siyasete, eğitime katılım oranları ve daha birçok ölçülebilir veriden bahsediyoruz. Bunlara adalet deyip kişisel merhamet duygularına bırakarak nasıl ölçeceğiz?
 
Ayrıca net ölçülebilir verileri neden gizlemek istiyoruz? Çünkü biz ülke olarak eşitlik politikaları sıralamasında en gerilerdeyiz ve bu apaçık görülüyor. Dünya Ekonomik Forumu’nun son verilerine göre arkamızda Fas ve Suriye var. Daha fenası son on yıl içinde neredeyse on sıra gerilemiş,  örneğin Suudi Arabistan bile(kadınların mücadele ederek kazandığı araba kullanma gibi reformlar, yeni haklar bunu etkiliyor) sıralamada ilerleme kaydederken biz geri gitmiş durumdayız.
 
Dolayısıyla biz, tabloda açıkça görüldüğü gibi İstanbul Sözleşmesi’nin ilk şartının tam tersini yapıyoruz. 
 
2. Şiddetten koruma yükümlülüğü:
 
Sözleşme çok anlayışlı, adeta diyor ki; “Hemen eşitlikçi, bir toplum yaratamayabilirsin, mevcut şartlarda bir kadın şiddet tehdidi altındaysa ve korunmak için sana başvuruyorsa mevcut kanunun ne ise ona göre etkin koruma sağlamalısın”. Bizim durumumuz ise şöyle; elimizde son derece etkili ve geniş önlemlere sahip 6284 sayılı yasamız var ama tıpkı sözleşmeye olduğu gibi ona da savaş açılmış durumda. Yayınlandığı tarihten itibaren uygulanmasına direnç de beraberinde geldi, yıllardır buna karşı mücadele ediyoruz. En iyi ihtimalle uygulandığı durumda tabiri caiz ise “kuşa çevrilerek” uygulanıyor. Örneğin yasanın; her kadını koruyacak, gerektiğinde mali yardım sağlama, meslek edindirme, kreş yardımı ve benzeri özellikle ekonomik güçlendirici maddeleri tamamen unutturulmaya çalışılıyor. Sadece “uzaklaştırma tedbiri” varmış gibi davranılıyor ki bu tedbir kararına ulaşmak için bile başvuran kadınların mücadele etmesi gerekiyor.
 
6284 konusunda da net ve resmi verilere sahibiz. Eski adıyla Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün birlikte hazırladığı “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması 2015” raporuna göre; Türkiye’de şiddet gören kadın oranı çok yüksekken (her üç kadından biri) fiziksel ve/veya cinsel şiddet gören kadınların % 89’unun hiçbir kuruma başvurmadığı,  %11 oranında olan başvuranların en fazla polise başvurdukları, kolluk kuvvetlerinin  başvuruların % 29’unu eşiyle uzlaştırdığı, % 41’ini başka kurum ve kuruluşlara yönlendirdiği, % 13’ü için bir şey yapılmadığı, sadece % 23’üne tedbir kararı çıkartıldığı saptanmış.
 
İstanbul Sözleşmesi’nin etkin korumayla ilgili ikinci maddesini nasıl uygulamadığımızı sanırım daha fazla açıklamama gerek yok, durum açık.
 
3. Etkin kovuşturma yükümlülüğü:
 
Sözleşme hala anlayışlı. İmzacı devletlere diyor ki “Şiddeti önlemek istedin önleyemedin, bir kadını korumak istedin koruyamadın maalesef ki bir kadın zarar gördü ise hiç değilse o aşamadan sonra zararı düzgün tazmin et; etkin kovuşturma yap, cezasız bırakma, onarıcı adaleti sağla”… Bizde ise durum şu; yıllardır adliyelerde kadınları ikinci kez cezalandırıp erkeklere ödül gibi dağıtılan ceza indirimleri ile mücadele ediyorken son dönemde bir de şüpheli ölümler artmış durumda. Kadın cinayetlerinin "intihar” denilerek apar topar örtülmeye çalışıldığı, etkin kovuşturma yapmanın tam tersine savcıların delil toplamadığı, Adli tıp raporlarının tartışma yarattığı başta Şule Çet davası olmak üzere birçok dava örneği yaşıyoruz. En kötüsü, bu durum çocuklara uzanıyor; Rabia Naz’ın ölümü hala aydınlanmadı, hala katillerini arıyoruz. Türkiye’nin sözleşmenin bu maddesini nasıl ihlal ettiği de sanırım yeteri kadar açık.
 
4. Kadınları güçlendiren politika yükümlülüğü:
 
Sözleşme buraya kadar anlayışlıydı ama sonunda artık talepkar oluyor. Diyor ki “İlk üç maddeyi uygulasan da yetmez (tabi uygulayan devletler için bizim durumumuzu anlattım), kadınları geleceğe dönük nasıl güçlendireceksin? Bana somut olarak güçlendirme politikanı göster”.
 
Bu madde üzerinde durmamız gerekiyor çünkü bir kadının güçlenmesi deyince akla ilk şart olarak ekonomik güç, çalışma hayatına katılım geliyor. Ve Türkiye’de çalışabilir kadın nüfusu olan 30 milyon kadının yalnızca 9 milyonu istihdam edilmiş, 11 milyonu “ev işiyle meşgul” diyerek işgücü bile sayılmayıp hesaplamaya dahil edilmemiş, tamamen yok sayılmıştır. Verilerin manipüle edildiği bu haliyle bile kadın işsizliğinde dünyada üçüncü, Avrupa’da birinci ülke durumundayız. Sonuçta kadınların çok ağır bir ekonomik şiddet altında olduğu bu koşullarda değil güçlendirmek, milyonlarca kadın şiddete açık hale getiriliyor. İşte tam bu yüzden şiddet gören kadınların sadece %11’i hakkını aramaya adım atıyor, büyük çoğunluğu çaresiz suskun kalabiliyor. Çalışma hayatına katılmak bütünüyle şiddetten kurtarmaz ama kadınların cesaret kazanması için en önemli faktör olmaya devam ediyor. Bu yüzden çalışan nüfus oranı ile hak arayan kadın nüfusu oranı benziyor çünkü o nüfus aynı nüfus, o kadınlar aynı kadınlar işte… Bir de nafaka hakkıyla oynanmaya çalışılan da aynı kadınlar, böyle düşünün. Durum buyken hiç utanmadan kadınları ekonomik olarak daha da zora sokacak işleri gündeme getirenler, artan işsizliği kadınların çalışmasıyla açıklamaya çalışanlar var. Neyse ki şiddet karşısında suskun kalmayan kadın oranı yine kadınların güçlü mücadelesi sayesinde yıldan yıla artıyor, iyi olan veri bu.
 
Giderek daha da artacağından eminim ama bir devlet; şiddet görüp de kendisine başvurmayan %89 oranında kadının karşısında öncelikle mahcup olmalıdır. Devlet, kadınlara güç ve cesaret kazandırmanın yolunu en az bizim kadar dert edindiğinde ancak şiddetten kurtulmanın yolunu açabiliriz.
 
*
 
Görüldüğü gibi yıllardır İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasına direnç var ve neredeyse maddelerinin tam tersine adımlar atılması nedeniyle buradayız.
 
Bize “kadın cinayetleri neden artıyor?” diye soruyorlar. Ben de buna şu soruyla karşılık vermek istiyorum; neden artmasın ki? Durdurmak için gerekli adımları tam tersine atmamızın çok ağır bir sonucunu yaşıyoruz ve işte bedeli kadınlar ödüyor.
 
Sözleşme ile ilgili nefret suçu sayılabilecek saldırılardaki safsatayı bir yana bırakalım, şimdi önce gerçek soruları soralım:
 
- İstanbul Sözleşmesi neden uygulanmıyor?
- Amacı “kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve ev içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak” olan bir sözleşme ile neden uğraşılır?
- Dahası bu uğraşma hakkı nereden bulur?
Kimsenin böyle bir hakkı yoktur. Biz kadınların hakları var ve bunlarla kimsenin oynamasına izin vermeyeceğiz.
 
Asıl olarak biri bize bunları açıklasın:
Kadınlar öldürülsün, çocuklar zarar görsün mü denmek isteniyor? Çocuklar istismar edilsin, mülteci kadınlara erkekler her istediğini yapsın mı? Bu nasıl ev sahipliği? Diyelim ki imzayı çektiniz, “kadınları korumayacağım” yönünde karar almayı nasıl açıklayacaksınız?
 
Belirtmek gerekir ki bugün Sözleşmeyi ve “toplumsal cinsiyet eşitliğini” tartışmalı hale getirmek, sadece Türkiye’de olmuyor, Avrupa’da Katolik kilisesinden güç alan aşırı sağcılarda da benzer eğilimler var. Türkiye’deki bu tartışmalar “yerli ve milli” gibi sunulurken aslında Avrupa’daki tartışmayı taklit edermiş gibi görünüyor. Bu konuda Alev Özkazanç’ın çok açıklayıcı bir yazısı da var, merak edenler daha ayrıntılı okuyabilir. (Tıklayın)
 
Sonuçta gerçek şu ki eğer İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girdiği 2014 yılından itibaren uygulansaydı, binlerce kadın öldürülmeyecek, bugün aramızda olacaktı.
 
Bu yüzden biz sözleşmeyi, binlerce kadına anlattık, genç insanlara anlattık, her fırsatta her zeminde anlattık, daha da anlatacağız. Milyonlara anlatacağız. Toplum İstanbul Sözleşmesi’nin, İstanbul hatırasına dönüşmesine izin vermeyecek. Haklarımızdan asla vazgeçmeyip tekrar tekrar kazanacağız.
 
Peki siz; imzayı çekmeyi düşünenler şiddetten yana olmayı nasıl açıklayacaksınız?