Kadınların sırf cinsiyetleri nedeniyle öldürülebilmesini açıklayan “kadın cinayeti” kavramının keşfiyle birlikte, o tarih sahnesine çıkana kadar yerine kullanılanları nasıl yıkıp geçtiğini görmüştük. Özellikle de “töre cinayeti”, “namus cinayeti”, “tutku cinayeti” gibi şiddeti normalleştirmeye yarayan ve politik sorunu örten adlandırmalar, her birindeki cinsiyetçilik de “femicide” kavramıyla net olarak ortaya çıktı.

Dünya kadın hareketinin şiddet karşısında verdiği mücadele ve birbirimizle kurduğumuz bağlar, cinayetlerin sadece belli coğrafyalarda değil dünya çapında olduğunu, her kadının başına gelebildiğini ve farklı bahanelerle işlense de adının “kadın cinayeti” olduğunu ortaya koydu. Geldiğimiz evrede kadınların erkek şiddeti ile öldürülmesine doğu coğrafyasında olursa “namus cinayeti”, batı coğrafyasında olursa “tutku cinayeti” olarak adlandırmanın gerçeği ne kadar çarpıttığını da görmüş bulunuyoruz.

Kuşkusuz toplumların kültürel miraslarından kadınların payına farklı ülkelerde farklı baskı biçimleri de düşüyor. Ancak artık şiddeti geleneksel bir uygulama olarak görmenin ne kadar basmakalıp bir fikir olduğu ve mevcut ataerkilliğin stratejilerini güçlendirdiğini biliyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli ilkesinin “Şiddeti normalleştirmek yasaktır. Şiddeti geleneklerle açıklamak yasaktır.” olması boşuna değil, tesadüf de değil.

Kadın cinayeti terimi yerine konuyu bulandıran başka bir adlandırma almasına gerek olmadan konunun siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal cinsiyet eşitliği arasındaki bütünselliğini yeterince açıklıyor. Ancak onu kullanmaya devam etmemiz gereğinin ayrıca kadın mücadelesi açısından stratejik nedenleri de var. Bilindiği üzere Türkiye’de ve aslında bize yakın birçok ülkede kavram resmi olarak devletler tarafından yeni tanındı. Bizde ilk kez devlet veri açıklıyor, Türkiye Polis Akademisi kadın cinayeti raporları yayınlıyorken yerine başka kavram kullanmak aynı zamanda mücadele stratejisi bakımından da büyük hatadır. Tam tersine şimdi önümüze açılan, kendi emeğimiz ile kazandığımız mücadelenin yeni bir evresidir. Kadın cinayeti kavramını artık genişletilmiş biçimde düşünmek ve bunu kabul ettirmekle de yükümlüyüz.

Sırf bu hafta görülen iki önemli kadın cinayeti davası olan Şule Çet ve Ecem Balcı’nın öldürülme biçimleri bile bunu kanıtlıyor. Bilindiği üzere her iki cinayet de örtülmeye çalışılmış, kadınların ve ailelerinin kararlı mücadeleleri sonucunda önce “şüpheli ölüm” olarak kamuoyu gündemine gelmiş ve sonra adım adım kadın cinayeti oldukları mücadeleyle ortaya çıkmıştı. Gündeme geldikleri dönemde kadın hareketi uzun süredir, şüpheli ölüm oranlarının artışına dikkat çekiyor ve buna karşı mücadele ediyordu. (Ayrıntılı bilgi için bkz: Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve Kadın Meclisleri web sayfaları, sosyal medya adresleri ve döneme dair tüm yayın, çalışma ve eylemleri)

Bu nedenle de tıpkı çocuk şüpheli ölümlerinde Rabia Naz davası nasıl sembol ise kadın cinayeti davalarında da onlar sembol davalar haline geldi.

Şule Çet intihar diye kapatılmaya çalışılan cinayetlerin sembolü olarak tüm kadınların davası haline geldi. Ecem Balcı davasında ise daha da kompleks bir yapı var. Geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanlığı’nın kadın cinayeti oranını düşük göstermek için öne sürdüğü “kadın olduğu için değil farklı sebeplerle öldürülenler” bahanesine örnek gibiydi. Tıpkı Ceren Damar’ın öldürülmesindeki cinsiyet temelini “eğitim şehidi” diye örtmeye çalıştıkları gibi Ecem Balcı ve başka birçok cinayette herhangi bir adli konu süsü vermeye çalıştıkları için Ecem’e bu yönüyle de sahip çıkmalıyız. Öte yandan Ecem’in annesi Esra Ercömert’in kızının kaybolmasından 9 gün sonra intiharından ve geride bıraktığı mektuptan şüphelenmemiz için de yeteri kadar sebep var. Ecem’in faili Süleyman Kara, arabasının bagajında öldürdüğü Ecem’in cansız bedeni bulunurken onun annesiyle aynı arabada yemeğe gidebilmiş biri… Bu bakımdan anne Esra Cömert’in ölümüyle ilgili de etkili bir soruşturma yürütülmesi gerekirdi.

Bütün bunları neden anlatıyorum? Çünkü kadın cinayetleri kavramının genişletilmeye ve ölüme yol açan sürecin ve hayatını kaybeden kadının “yaşamasını mümkün kılmayan” tüm durumların da dahil edilmesine ihtiyaç var. Ne iyi ki bu konuda yalnız değiliz, dünya kadın hareketi yanımızda. Örneğin Arap toplumunda kadın cinayetleri üzerine çalışan Nadera’nın çok etkili ve bizdeki benzer durumları açıklayan çalışmaları var.

Nadera; kadınların haklarını, yeteneklerini, potansiyelini ve güvenli bir şekilde yaşama gücünü yok etmek için kullanılan, kadınları aşağılayan ve yöneten sosyal yöntemlerin tümünün sorgulanması gerektiğini söylüyor. Kadın cinayeti suçunun kavramsal çerçevesini genişletmekle kalmayıp haksız güç ilişkilerinin kriminolojik ve cinsiyet araştırmalarında tanımlanmayan suçlar yarattığını da gösteriyor. Kadın cinayeti gibi suçlar da dahil olmak üzere sosyal davranışların yalnızca ataerkil mantığı ve hegemonyayı değil aynı zamanda politik süreçleri de yansıttığını, bu nedenle kadın cinayetinin bir güç ilişkileri bölgesi ve politik bir gereç olarak tanımlanması gerektiğini söylüyor. (Shalhoub-Kevorkian, Nadera. "Reexamining Femicide: Breaking the Silence and Crossing "Scientific" Borders." – “Kadın Cinayetlerini Yeniden Degerlendirmek: Sessizligi Kirmak ve ‘Bilimsel Sinirlari’ Asmak”)

Bu tanım Şule Çet’in ölümüyle ilgili güç ilişkilerini düşündüğümüzde de ne kadar açıklayıcı.

“…Ne kadar fazla kadın cinayeti araştırırsak sınırları aşmamak, daha önce bilinmeyenleri seslendirmek ya da statik bir atmosferde inkar perdelerini kaldırmak için ne kadar şaşırtıcı bir fenomen olduğunu keşfederiz. Baskı makineleri ve inkâr süreçleri sürekli hareket halinde…” diyen Nadera’ya yürekten katılıyorum çünkü Türkiye’de aynen bu durumdayız. Kadın cinayetleri ve şiddet karşımıza değişen görünümlerle geliyor, şüpheli ölüm ve faili meçhul oranları artıyor, kadınlar boşanabilmek için adliye önlerinde eylemler yapmak zorunda kalıyor ve tam da aynı anlarda bizi şiddetten kurtaracak İstanbul Sözleşmesi tartışmalı hale getirilir iken bundan başka yol da yok.

Kadın cinayetlerini, bütün topluma açık bir şekilde ele alınması gereken politik bir mesele olarak sahiplenmeye ve mücadeleye devam…
Ancak böyle, Nadera’nın dediği gibi “baskı ve adaletsizlik kapısını kırabiliriz”.