Türkiye’de 8 Mart’ta da Polis Akademisi tarafından hazırlanan “Dünyada ve Türkiye’de 2016 - 2017 - 2018 Kadın Cinayetleri Verileri ve Analizler Raporu” açıklanması, yıllardır bu uğurda mücadele eden kadınların bir kazanımıydı. Şiddet ile mücadelede yeni bir evre başlatıyor, resmi olarak kullanmak zorunda kalınan kavramın ve toplumsal sorunun tanınması anlamına geliyor ve önümüze bu defa bir anlamda “kadın cinayeti ayırıcı tanısı” ile ilgili bir mücadele açılıyordu. Nitekim bu mücadele raporun yayınlanmasından hemen sonra başlamış, birçok yazı ve toplantılarda dile getirilmiş, bir örneği ekteki linktedir. (http://yarinhaber.net/yazarlar/68322/kadin-cinayetlerinde-yeni-bir-evre-mi)

Toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin en üst seviyesi olan “kadın cinayetleri” ile ilgili kavramsal tartışmanın dünyada epeyce eski bir tarihi var. Türkiye’de de özellikle kavramın kendi adıyla kurulan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun mücadelesi ile adlandırmayla ilgili bir tartışma başlamıştı. Örneğin cinayet yerine “kadın katliamı” veya “cinskırım” sözcüklerini kullanmayı seçenler olduğu gibi, kadın çalışmaları yerine faile odaklanan “erkeklik çalışmaları” yapılması gerektiğini savunanlar oldu. Şimdi resmi kabul sonrası bu tartışma daha canlı yürümeye başladı, örneğin geçen hafta Berrin Sönmez artık bu cinayetlere “ataerki cinayetleri” denmesi gerektiğini öne sürdü.

Yüzyıllara dayalı bir mücadelenin keşfi: Femicide

Öncelikle bu fikri ve kavramsal tartışmanın olması, hiç olmamasından yeğdir ve bizde de dünyada olduğu gibi kadın hareketinin canlılığını gösterir. Çünkü kadın cinayetleri ile ilgili kavramsal tartışma dünyada da epey uzun zamandır yapılmış ve önemli bir literatür birikmiş durumda. Tartışmak, bizim de bu evrenselliğin parçası olduğumuzu göstermesi anlamında gayet olumlu ancak evrensel olarak ortak kabul edilen ve son gelinen nokta “femicide” kavramını kullanmak yani onun Türkçe karşılığı olan “kadın cinayeti”nin geçerliliğidir. Çünkü şiddetin toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı biçimde - anne rahminden itibaren kadın olmaya yönelik olduğunu (İstanbul Sözleşmesi tanımı uyarınca da) ve ona maruz kalanı açıkça gösteren tek terim budur. Her farklı görüşe saygı duymakla birlikte, evrensel bu seçimlerin, durduk yere değil kadın hareketinin son iki yüz yıldır sürdürdüğü kararlı mücadeleye dayalı olarak, deneyimlerden süzüle süzüle adeta bilimsel bir keşif gibi keşfedildiğini belirtmek zorundayım. Kavramlar, durduk yere tarih sahnesine çıkmadılar, onları geçersizleştirecek güçte bir dayanak olmadığı sürece durduk yere aklımıza geldiği gibi değiştirilemezler. Tıpkı yılların LGBTİ+ örgütlü mücadelesiyle birlikte yapılan “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramının keşfi gibi kuru bir kavram değil bedeller ödenmiş kanlı canlı bir mücadeleyi gösterirler. Ve bulunan bu kavramlardan başka aynı kapsayıcılığı karşılayan başka bir kavram olmadığı için onlar seçilmiştir.

1. “Kadın Cinayeti” yerine “kadın katliamı” diyemeyiz. Bu terim şiddete maruz kalanın “kadın” olduğunu göstermesi bakımından olumlu olmakla birlikte yakın zamanda yaşadığımız 10 Ekim gibi, Soma ve diğer insanlık dışı katliamları; gerçek katliamın ne olduğunu gizliyor. Kullanan arkadaşlar, belki sırf kadın olduğumuz için gördüğümüz zulmün hoyratlığını anlatmak istiyor ama olguları adıyla anmadığımız sürece yine biz ezilenler zarar görüyoruz. Esasen yaşadıklarımız ve kaybettiğimiz arkadaşlarımız gerçek katliamın ne olduğunu bize çok net bir acıyla göstermiş bulunuyor.

2. Kadın cinayeti yerine “cinskırım” diyemeyiz çünkü; birincisi öldürülenin biz kadınlar olduğunu örtüyor, ikincisi tarihsel olgular bize yine “jenosid: soykırımın” tam olarak ne anlama geldiğini çok net göstermiştir.

3. Kadın çalışmaları yerine “erkeklik çalışmaları” diyemeyiz çünkü yine ezilen cinsiyetin kadınlar olduğunu ve öznesi kadınlar olan bir mücadele yürütmemiz gerektiğini gizliyor. Erkeklik çalışmaları elbette yapılmalı ama kibritin yanan ucunun kadınlar olduğu gerçeğini; asıl özneyi örtmekte kullanılmamasına çok dikkat gösterilmeli.

4. Son dönem gündeme gelen “Ataerki cinayetleri” kullanımı ise bunlardan çok daha fazla sorun içeriyor. Elbette kadına yönelik şiddetin asıl azmettiricisi ataerkil anlayıştır. Ancak bu yapı, onun baskısına maruz kalanın kadınlar olduğu görmezden gelinerek değiştirilemez. Üstelik tıpkı oy kullanma hakkımız gibi bu görmezden gelmeye karşı mücadele neredeyse 1800’lerde başlamış. Kaynaklar; “kadın cinayeti” kavramının ilk kez 1801 gibi görece erken bir tarihte İngilizce bir yayında “bir kadının öldürülmesi” anlamında kullanılmış, 1848’de hukuken tanınmış olduğunu gösteriyor. (Russell Diana E. H (2008), “Femicide: Politicizing the Killing of Females”, Strengthening Understanding of Femicide: Using Research to Galvanize Action and Accountability – Conference Papers on Femicide, April 14-16, Washington DC, s. 26-31)

Böylece bir insanın öldürülmesi anlamına gelen homicide kavramının yanında öldürülen kişinin cinsiyetine vurgu yapan “femicide” literatüre dahil olur. 1990’lardan itibaren ise kadın mücadelesinin ve feminist akademisyenlerin sayesinde toplumsal cinsiyeti karşılayacak bir içeriğe kavuşur; bu yıllardan itibaren femicide daha çok toplumların kadınlığa atfettiği anlamların yönlendirdiği cinayetleri gösterir. Kadınların toplumsal cinsiyete dayalı nedenlerle öldürülmeleri olgusunun dünya çapındaki yaygınlığı ve durumun vahameti, İngilizce dışındaki dillerde de karşılığını bulmasını hızlandırır. Örneğin, İspanyolca’ya feminicide, Türkçe’de kadın cinayetleri kavramı kullanılmaya başlar. (Yrd. Doç. Dr Elif Gazioğlu:  Kadın Cinayetleri: Kavramsallaştırma ve Sorunlu Yaklaşımlar; Sosyal Politika Çalışmaları Yıl: 13 Cilt: 7 Sayı: 30 Ocak-Haziran 2013)

Adı: Kadın cinayeti
Çözümü: Politik

Bu dönemde cinayetin kim tarafından, nasıl, ne sebeplerle işlendiğine göre farklılaşan tanımlar da söz konusu olur elbette. Namus bahanesi cinayetleri, LGBTİ+ bireylere yönelik nefret cinayetleri, ırkçı cinayetler, ensest ilişki içerisinde ya da tecavüz sonucu kadının (ya da kız çocuğunun) ölmesi gibi farklı olgular vardır. Ayrıca farklı coğrafyalarda kadınlara mirastan pay vermeme, ailenin rızası dışında evlilik yapma, aile üyesi olmayan bir erkekle iletişim kurma, gelin gittiği eve çeyiz götürmeme gibi olaylar da cinayet sebepleri arasındadır.

Peki belirleyici olan nedir? Cinayetin bir erkek tarafından işlenmesi mi? Kadınlara yönelik cinsiyetçi duygularla işlenmiş olması mı? Russel kadın düşmanı nedenlerle cinayet işleyenlerin sadece erkekler olmadığı gerçeğini dile getirir. Örneğin Hindistan’da yeni gelinlerin damat evine getirmeleri gereken çeyizin az bulunması sonucu yakılarak öldürülmelerinde (dowry feminicide) kaynanalar da rol oynar. Ya da bizde “töre saiki” ile işlenen cinayetlerde “aile meclisi” kararına kadınların kadınların da misojinist; kadın düşmanı cinayet işleyebildiğini gösteriyor.

Sonuçta önerilen “ataerki cinayeti” ya da “koca cinayeti” gibi kavramlar gerçeği karşılamıyor. Ayrıca failler sadece erkekler olsaydı dahi sıklıkla kocalar olmakla birlikte sadece onlar olmadığını yaşadığımız ağır kayıplardan biliyoruz. Özgecan’ları, Şule Çet’leri ve daha nice arkadaşımızın nasıl öldürüldüğünü nasıl örteriz?

Bütün bunların ötesinde “ataerki cinayeti” önermesinin esas sorunu; kadın cinayetlerinin politik olduğu ve siyasetle çözülmesi gerektiğini örten biçimde “zihniyet değişimine” yaptığı vurgudur. Erkek egemen iktidar da bunu yapıyor zaten; çözümü zihniyet dediğimiz belirsiz mefhuma havale edip sorunu örtüyor. Ve emin olun; “Neden kadınlar sığınma evine gitmek zorunda kalıyor? Kadın güçsüz mü ki kadın kotası gerekiyor?” gibi öne sürülen önermeler de hep aynı tehlikeli yere açılıyor; kadınların yaşadığı gerçeği örtme tehlikesi taşıdıkları için uyarmak isterim.

Günümüzde son gelinen nokta tam tersi bir somutluk içeriyor: Kadın cinayetinin kadına yönelik düşmanca hislerle işlenmiş olması gereğinin yanı sıra tanımın daha geniş tutularak adli bağlamda cinayet olarak adlandırılmayan “öldürme”lerin de kadın cinayeti olarak kabul edilmesi gerektiği savunusu da var örneğin. Amacı öldürmek olmayan ancak tanımı gereği (ekonomik, sosyal ya da psikolojik) şiddet içeren eylemler sonucu ölen kadınların da bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiği savunuluyor.

Çeşitli farklılıklara rağmen konuyla ilgili mücadele ve çalışma yürütenlerin önemli bir bölümünün fikir birliğine vardığı noktalar var. Bunların en önemlisi, cinayetlerin kadına yönelik şiddetin bir uzantısı olduğu, diğer bir ifadeyle münferit değil sistematik olduğudur. Yalnızca aile içinde gerçekleşmeyip tüm toplumsal kurum ve mekanlarda örneklerine rastlanır ve en önemlisi tıpkı ırkçılık gibi sonradan edinilen, öğrenilen, misojinist motivasyonlardan beslenir. Toplumsaldır. Yani bireysel bir sorun olmadığını, bir hastalık olmadığını, sistemli ve politik olduğunu; tüm bu yönlerini karşılayan “kadın cinayeti” kavramlaştırmasıdır.

Önemli bir nokta da cinayetlerden sadece katillerin değil öldürülen kadınları koruyamayan, cinayetleri engelleyemeyen devlet ve yargı organlarının da sorumlu olduğudur. Erkekler eliyle ya da “erkekler yüzünden” kadınların uğradığı şiddetin tanımının bu şekilde genişletilmesi, en son evrensel güncel belgelerle uyumlulaştırılması önemli. Ayrıca şüpheli ölümlerin arttığı, ekonomik kriz koşullarının bastırdığı, farklı olgular yaşamaya başladığımız Türkiye’de kadın hareketine özel sorumluluk da yüklüyor. Buna bağlı olarak yıllardır mücadelesini yürüttüğümüz kadın cinayetlerinin kavramsal tartışmasına önümüzdeki yazılarda da devam etmek üzere bir kez daha “kadın cinayetlerini durduracağız”. Kararlıyız.

*Femicide: Kadın Öldürmenin Politikası, kavramı ilk kullananlardan olan Diana Russel’ın konuyla ilgili kapsamlı kitabının başlığıdır; ondan ödünç olarak kullanıyorum.