Siyaset yapmaya elde o an itibarıyla hangi güç varsa onla başlanır. Elimizdeki güç biz çok istiyoruz diye durduk yere artmaz.

Peki, ittifaklar aracılığıyla gücün artırılması akıllıca değil midir? Olabilir ama buradan da bileti kapıp kaçmayalım. Çünkü ittifak etmek önemli ölçüde tartışmalı bir konudur artık.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki “ittifak etmek” her derde çare olan kutsal bir ilaç olarak ele alınamaz. Ne var ki ülkedeki sol neredeyse buraya sıçramış durumda. Her büyük sorunu ittifakla çözebileceğini sanıyor. Politik program ileri sürme iddiasını yerine, ittifak yapma tercihinin konulması, konuyu asıl çıkmaza sürükleyen yöntem.

Neden mi? İttifak yapmak politik program ufkunun olmaması eksikliğini kapatamaz. Bir politik eğilimin var olma sebebi zaten onun ayrı bir politik programının olmasıdır. İşin özüne bakarsak zaten geri düşmeye başlayan bir politik eğilim “ben de zaten çok farklı bir söz söylemiyorum ki” diye kafasından geçirmeye başlar. Örneğin kapitalizme karşı olan bir eğilim, kapitalizme karşı olmayan bir politik eğilim için samimiyetle böyle hissediyorsa ne denebilir ki? Defter kapanmıştır. Konunun “biz kapitalizme karşı olduk da ne oldu”ya varacağını tahmin edebiliriz.

*

Geçmişte iyi insanlar hep ittifak mı etmişti? Biz büyüdük de kirlendi mi dünya?

Örneğin Lenin, içinde sosyalistlerin olduğu, gül gibi Kerenski Hükümeti’yle ittifak etmedi. Hatta Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ndeki Menşeviklerle yollarını ayırdı. Üç beş fikir için arkadaşlarını kırmaya değer miydi? Ah inatçı Lenin! Nisan Tezleri olsa ne olur olmasa ne olur? Bunlar hep ego işte.

Politik fikir savaşmaya devam etmenin temelidir. Bir insan fikirleri yürümeyecekse ne için ortaya düşecek? Ölmez de sağ kalırsa ne için onlarca yıl hapis yatacak? İttifak etmeyi çok sevdiği için mi?

“Ama ittifak ediyorum” demek kimseyi otomatik olarak kurtarmaz. Buradaki tek haklılık payı faşizme karşı mücadeledir. Bunu kimse bir kenara koyamaz. Gelgelelim birçok arkadaşım teslim eder ki bu sol mücadelenin en tartışmalı konularından biridir. Faşizm tanımı tartışmalıdır. Faşizme karşı yapılacak işler de tartışmalıdır. Bu boyutu parantez içinde tutayım ama ülkede politika yerine ittifak etmeyi seçme yönelimi çok derin bir başka sorunu taşıyarak geliyor.

Çabuk güçlü olmak isteyenlerin kısa devreli hareketi, güçlü olan politik yapıya yakınlaşmaya başlamaktır. Politika güçle yapılır ise biz de güce gideriz denir. Yanına gidilecek güç kimdir? Sırasıyla en güçlü olanlar. Sol için söylemek gerekirse önce HDP, eğer o olmadıysa CHP. Politika güçle yapılır felsefesinin sonu, HDP ya da CHP’nin içinde veyahut periferisinde yer almak olur.

Öyle olmadı mı? Oldu.

*

Hayatın cilvesi. Garip bir şekilde siyasetin güçle yapılmadığını CHP belli etti herkese. İstanbul belediye başkanlığına hiç de güçlü olmayan birini aday göstererek yaptı bunu. CHP’nin adayı şöhretli biri değildi. AKP-MHP ittifakının adayına oranla güçlü de değildi. Genel olarak CHP cenahının oyu da karşı taraftan yüksek değildi. Ama büyük politik güç olarak kabul edilen taraf kaybetti.

Zannediliyor ki bir seçimde devrimci olduğunu ısrarla belirten bir aday, devrimci ve uç bir insan olduğu açığa çıkmış olduğu için yeterince oy alamıyor. Denklem bu değil.

İmamoğlu CHP’nin şanlı tarihinden bahsetmedi. Kendinde bir tür muhteşem kimlik olduğunu ileri sürüp buna da davet etmedi. Kendi iyi oluşuna davet eden insanın kaçınılmaz çıkmazına düşmedi. Az veya orta seviyede, politik olarak yapacaklarını anlattı. Bu politika yapış tarzı bir anda onu güçlü hale getirdi ve böylece seçildi.

Halkın parolası şu: Bana ne de güzel kimliğin olduğunu anlatma, ne yapacağını anlat.

Halk zaten şanlı ebe-ecdat kimliğinin boca edilmesinden bıkmış. Patates kuyruklarında kendine kahrediyor. Bir de kalkıp senin “x” şanlı tarihini mi dinleyecek? Halk ekmek, patates ve çocuğuna okula giderken verecek harçlığı soruyor. Elimizde şanlı tarihimizin maketiyle sırada beklemenin alemi yok.

Halk patatesin şanlı tarihini merak ediyor ve bu doğru.

Kendi şanlı tarihimizi anlatmanın hevesiyle, Recep Tayyip Erdoğan’ın şanlı tarihini yenemeyiz. Onun yanlış alanına yuvarlanır gideriz sadece. Bu alandan uzak durmalıyız.

*

Selahattin Demirtaş da doğrusunu yapmıştı. İnsanları kendisinin sahip olduğu bir iyiliğe, öze, kimliğe davet etmedi. Erdoğan’a omuz hizasından bakıp “seni başkan yaptırmayacağız” dedi. Herkesi de kendisini çok sevmeye değil, “başkan yaptırmama siyasetine” davet etti. Onun büyük başarısı budur.

Toplumun her üyesinin kendine göre olumlu bulduğu bir kimliği var. İnsanları kendinizdeki iyi olan kimliğe gel diye zorlarsınız sonuç hüsrandır. Kimse bir başkasının “çok iyi kimliği”ne gitmez, kendi kimliğine gider. Kimliklere gitmeyi haklı bulur. Solcular kimliğe değil Selahattin Demirtaş’ın yaptığı gibi gerçekleştirmeye kalkışacağı siyasal hamleye davet eder.

Olur mu? Demirtaş örneğinde oldu. Hatta İmamoğlu örneğinde bile oldu.

Çözüm hazır gücün yanına gidip hazırlopçu gibi davranmak değildir.
Çözüm büyük gücün dizinin dibinde bulunmak da değildir.
Çözüm eldeki güçle, “ne yapmalı?” sorusuna doğru cevap vermektedir.