Üç gün önce, Afyonkarahisar’da bir erkek, pazara gitmek isteyen karısıyla para olmadığı gerekçesiyle tartıştı. Tartışma sırasında eşini ekmek bıçağıyla göğüs ve karın bölgesinden 3 kez bıçaklayan Mehmet, karısı Sultan kanlar içinde yere yığılırken evden çıkıp polis merkezine giderek teslim oldu. Eve gelen polis ve sağlık ekipleri, Sultan’ın cansız bedenini buldu…

Sultan, 49 yaşındaydı. Öldürüldüğü o eve senelerdir verdiği karşılığı ödenmemiş emeğin bedeli hesaplanabilse, kaç “pazar parası” ederdi kim bilir?

Ama bu hayat Sultan’a illa ki pazara gitmek istemeyi öğretmişti. Yolu yok, o pazara o gidecek, en ucuzu arayacak, kilolarca yükü bilekleri acıyarak taşıyacak, onlarla yemekler yapıp, o haneyi ayakta tutacaktı. Sabahtan akşama kadar bitip tükenmeyen her çeşit ev işini yaparak, bakılması gereken herkese bakarak yaşaması gerektiği ona dayatıldığı için pazara gitmek istemesi gerekiyordu…
İstedi.
Öldürüldü.

O evde, sadece ona yüklenen bu “görevi” yerine getirebilmek istediği için öldürülmek nasıl bir şeydir?

İşte bu da oldu, kadın cinayetlerinde öne sürülen türlü çeşit bahaneye “pazar parası” eklendi.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 2019 Nisan ayı raporuna göre, bu ay işlenen kadın cinayetlerinin 8’i şüpheli ölüm olarak kaydedilirken, 5 kadının neden öldürüldüğü tespit edilemedi, 1 kadın ekonomik bahaneyle ve 22’si kendi hayatına dair karar almak isterken öldürüldü.

Bu ay Anneler Günü yaptık. Ve geçen ay kadın cinayeti nedeniyle on beş çocuk annesiz kalmıştı, on beş çocuğun annesiz ilk anneler günüydü…

Kadın cinayetlerini çözmek için kararlı bir siyasi iradeyle İstanbul Sözleşmesi ve 6284 etkin uygulanmadıkça şiddet boyut değiştirerek sürmeye devam ediyor. Cinayetlerin kendisi de karşımıza değişerek geliyor. Hiçbir zaman başka toplumsal sorunlardan azade tek başına bir kadın cinayeti olmuyor. Bazen cinsel taciz ile başlıyor, bazen çocuk cinsel istismarıyla iç içe de geliyor, bazen  şüpheli ölümle, intihar maskesi altında ya da Helin Palandöken’de olduğu gibi “bireysel silahlanma artışıyla” ya da Ceren Damar’da olduğu gibi akademide kadınların yaşadığı ayrımcılıkla iç içe… Kadınların “boşanmak istediği” için, “güzel koktuğu” için, “telefonuna şifre koyduğu” ve Şule Çet’in haddini bilmeyen faillerinin işlediği suça devam anlamına gelen alçak sözlerinin ortaya koyduğu gibi “babası sahip çıkmadığı” için öldürülebilir görüldüğü ülkedeyiz. Daha doğrusu “öldürülmemek için uymak zorunda olduğumuz kurallar” hep değişiyor ve sonu gelmiyor.

İşte şimdi krizle birlikte “ekonomik” bahaneye daha çok rastlar durumdayız.

“Bu kuralları kim belirliyor?” haklı sorusuyla doğan, yerden göğe kadar haklı feminist mücadelemiz var elbette. Ve kocasıyla “tartıştığı” yani kendi fikrini söylediği için, ayrılmak istediği ya da bir erkeği reddettiği için ve diğer tüm bahaneler ne kadar kabul edilemez ise ekonomik bahanenin de diğerlerinden hiçbir farkı yok. Ama ekonomik krizin kadınlara tek etkisi, bu ölümcül olan etki de değil.

Hiçbir ekonomik krizin sorumlusu kadınlar olmadığı halde, ekonomik krizlerin en çok kadınlar üzerinde çok yönlü etkileri var. Ve ekonomik krizler bu sistemin kadınları ezen karakterini çok net ortaya çıkarıyor.

İlk akla gelen, ilk işten çıkarılanların kadınlar olması, çalışan kadınların işsiz kalması ama krizlerin kadın istihdamına etkisi çift yönlü olabiliyor. Bazı krizlerde daha önce işgücüne katılmamış kadınların daha çok istihdam edildiğini de görüyoruz. Ama bu “tam istihdam” ve güvenceli şartlarda değil, daha düşük ücretle ve daha zor koşullarda çalışmaya kadınların daha kolay razı olmasıyla mümkün oluyor.

Çünkü hane, tek kişinin çalışmasıyla geçinemez hale geliyor, kadınlar bu koşullarda çalışmaya ve sadece buna değil haneyi ayakta tutmak için ev içindeki bütün işleri daha ekonomik görmenin yolunu bulmaya mecbur bırakılıyor.

O zamana kadar “ev işiyle meşgul” diye işgücünden bile sayılmayan kadın, çalışma hayatına ancak bu şartlarda katılabildiğinde de bu defa o ev işleri de farklı bir karakter kazanıyor. Ev içinde sarf edilen her tür emeğin ve bakım işinin kamusallaşmasına ve sosyal haklarla desteklenmesine en çok ihtiyaç duyulan zamanda, tam tersi oluyor; bütün haklarda kesintilerle tüm yük sadece kadınlara yükleniyor. Bir de üzerine ülkede artan işsizliğin sorumlusu olarak bile kadınlar gösterilebiliyor.

Kadınlar hem bu berbat şartları yüklenip krizleri atlatmanın yolu olarak görülecekler hem de hiçbir biçimde sorumlusu olmadıkları işsizlikten, krizden sorumlu tutulacaklar öyle mi?

Bir de bütün bunlar zaten son derece yetersiz olan nafaka haklarına bile göz dikildiği şartlarda olacak.

Bu nasıl bir dünya böyle?

Sonunda da pazara gitmek istediğimiz için öldürüleceğiz öyle mi?

Hayır. Yaşayacağız.

Bize “yaşam hakkı” bırakmayanlardan da “pazar parası” bırakmayanlardan da hesap sorarak yaşayacağız.