Portekiz’de son iki ayda 11 kadın öldürüldüğü için ulusal yas ilan edildi. 7 Mart’ta bayraklar yarıya inecek.

Türkiye’de ocak’ta 43, şubat gibi kısacık ayda 31 kadın olmak üzere son 2 ayda 74 kadın öldürüldü. Biz, bu ülkede yaşayan kadınlar; biz bir yas ilanı bile çok görülenler; işte tam bu sebeple canına tak etmişleriz. Öyle canımıza tak etti ki biz epeydir neredeyse her gün 8 Mart’tayız.

Evet, Türkiye’de son yıllarda “bize her gün 8 Mart” dediğimiz koşullardayız. Kadınlar için her gün önemli bir gündem var, bir önemli mücadele var. Bu noktada ilginç bir kaynaşma da var: bir yandan çok derdimiz var, öte yandan bu dertlerin hiçbirine karşı geri durmayan bir mücadele azmi ile derman arayışı. Hem canlı, hem sabırlı, hem aklını kullanarak hem yaşadığı yere karışıp tüm sorunlara sahip çıkarak yürüyor kadınlar…

Çünkü özgüvenimiz yüksek; kadın hareketi dünyanın birçok ülkesinde de benzerlik içinde her gün canlı bir mücadele yürütürken toplumda her kuşaktan kadın, öldürülen kadınların yakınları daha önce yapmadığı şeyleri yapıyor, çıkıp konuşuyor, hakkını istiyor, adalet arıyor. Halk her gün, adaleti kendi elleriyle yapıcı gibi yapmaya çalışıyor. Görevini yapmayan savcı yerine delil topluyor, şüpheli ölümü hala aydınlatılmayan Rabia Naz’ın babasının dediği gibi “savcı oluyor, polis oluyor, adli tıpçı bile oluyor”.

Böyle bir Türkiye’deyiz, MeeToo’nun olduğu bir dünyadayız. Bütün bu hareketlilik, toplumun her katmanında bir başka kaynaşma ile her gün 8 Mart gibi. Ancak elbette 8 Mart; dünyanın bütün kadınlarını yekpare bir bütün haline getiren yılın en önemli günü bizim için, önemi baki.

Bu yüzden de çok uğraşıyor, çok emek veriyor, yıl boyunca söylediğimizi, biriktirdiğimiz her şeyi, ihtiyaç duyduğumuz, özlemini çektiğimiz ne varsa hepsini söylemek; en büyük gücümüzle söylemek istiyoruz o gün.

Bu sene seçim gündemi ve onunla iç içe yürüyen ekonomik kriz koşullarında, güçlü eylemler için her yıl olduğundan daha çok uğraşmamız da gerekiyor. Erkeklerin hayatında, böylesi uğraşmalarını gerektiren ayrı bir güne hiç ihtiyaç olmaması bile yaşadığımız eşitsizliğin bir sembolü gibi ama işte 8 Mart’ımız, tam bu gerçekleri de açığa çıkarıyor. Gelecek güzel günlerde; eşit ve özgür bir dünyaya kavuştuğumuzda belki de sembolik kalacak olan bu tarih, bizim o günlere yürümek kararlılığımız aynı zamanda.

Peki, neden bu kadar ontolojik 8 Mart anlatıyorum?

Çünkü biz o gün en güçlü halimizle varlığımızı ortaya koymaya çalışırken “Biz Yokuz” diyen ve kadınlar için yapılan bir çalışma gündeme geldi. Son yıllarda adet olduğu üzere firmalar, kadınlar günü için mesajlar veren işler yapıyorlar. Örneğin Filli Boya’nın yaptıkları gibi bir kısmı iyi de oluyor. Elidor da belki iyi niyetle retorik yapmaya çalışarak kadınlara “saçı uzun aklı kısa denilen bir dünyayı” protesto eden “Biz Yokuz” reklamı yapmış, sağ olsun. Ama işte firmalar bazen de tutturamıyorlar. Her işin liyakat, yetenek, hak ediş ile değil torpile göre döndüğü günümüzde, herhalde reklam metin yazarları da öyle işe alınıyor ki bu derece tutturamamış. Reklam haliyle tepki aldı. Yok sayılmaya karşı mücadele ettiğimiz günlerde bu tepkiler çok da haklı. Bize “sen yoksun, sadece aile var” denildiği, içinde kadınlar öldürülse, çocuklar istismar edilse bile varsa yoksa “aile” denildiği ortamdayız. Her yıl yüzlercemiz “önlenebilir ölüm” ile hayatını kaybettiği halde, bırakın çözümü, bir yas ilanının bile bize çok görüldüğü günlerdeyiz.

Cinayet diyorum, çocuk diyorum, istismar diyorum. Çünkü feminizm sadece o reklamdaki gibi animasyona benzer bir şey değil. Öldürülen kadınlar, öldürülüp öldürülmediklerinden emin olamadığımız, kimin öldürdüğünü aradığımız kadınlar var. Evet, kimse duymak istemese de bu kadar çok “ölüm”, “cinayet” sözcüğünü kullanmam gereken bir gerçek var bu memlekette.

Bizim ana akımda ise şöyle bir moda var; insanlar “acılı” konuları duymak istemiyormuş. Ana kanallar durmadan bunu tekrarlıyor. Ama kötü haber duymak, göstermek istemeyen bu aynı ekolde, adını “Öldür Beni Sevgilim” koydukları rezil filmler yapıp utanmadan gülümseyen yüzlerle afiş yapabiliyorlar. Görmek istemedikleri şiddeti normalleştirirken ne kadar da riyakarlar. Topluma bunları yaymaya çalışırken de ne kadar çaresiz… Çünkü açık gerçek şu ki; Türkiye’de kadınlar ve toplum, ona seyretmesi için sunulan işleri yapanlardan ve ülkeyi yönetenlerden çok daha ileride, çok daha gerçekçi ve sağlıklı. Böyle olduğunu kadınların gerçeği ortaya koyan mücadelesinden, bu mücadelenin gördüğü destekten, kendisine her mikrofon uzatıldığında halkın somut hayat gerçeklerini açık açık dile getirmesinden çok net görüyoruz.

Ayrıca bütün ters rüzgarlara rağmen, feminizme ve kadın mücadelesine olan ilgiden, silmeye çalıştıkları “toplumsal cinsiyet eşitliği” ile ilgili eğilimlerin ileriye doğru değişmesinden, en son açıklanan evlenme oranlarındaki azalma, boşanma oranlarındaki artıştan da görebiliyoruz. İnsanlar, her gün siyasetiyle, programıyla, dizisiyle, filmiyle… her gün her yerden boca edilen “evlilik rejimine” karşı nihayet Türkiye’de de “red” hakkını kullanabiliyor işte. Yanlış anlaşılmasın; isteyen evlensin, isteyen evlenmesin, isteyen boşansın bence ama burada kurulan baskıya rağmen olduğu için bu seçişin önemi var. Toplum değişiyor, bunu göremeyenler, kadınların arayışını anlamaya çalışmayanlar, gerçekle bağı kopmuş biçimde saçmalıyor.

Ve biz, her gün öldürülenler, yarıya yakınımız işsiz, olmayan toplumsal cinsiyet eşitliğimizin bile kaldırılmaya çalışıldığı bir durumda olmamıza rağmen karşımızdakilerden bu kadar ileri bir noktadaysak arkadaşlar, çok özgüvenli olmalıyız demektir bu.

Kendimize güvenmeliyiz.

Evet, bu sorunlar var ama şu da var: Haklı, ilerlemiş ve sağlıklı tarafız biz. Örgütlendiğimizde karşımızda kimse duramaz bizim.

8 Mart’a bu özgüven ile yürümeliyiz.

Ne demek “Biz yokuz”? Karşımızda kimsenin durmayacağı biçimde varız, dünyanın her yerinde 8 Mart’tayız.