Bu ülkenin üniversitelerinde, genç bir akademisyen kopya çekerken yakaladığı erkek öğrenci tarafından kendi odasında öldürüldü. Öldürülen kadındı. Adı Ceren Damar idi…

Biz onu asla unutmuyoruz ama YÖK başkanı unutmuşa benziyor çünkü üniversitelerde “toplumsal cinsiyet eşitliği projesini kaldıracaklarmış”.

Önce şunu söyleyeyim; hayatta bazı şeyleri kaldırmaya kimsenin gücü yetmez çünkü onlar bir proje değildir, hayatın gerçekleridir.

Hayatta kopya çeken öğrenci tarafından öldürülen erkek akademisyen yok ama kadın akademisyen var. Bu gerçeği kaldırabiliyor mu YÖK başkanı?

Hayatta polis tarafından gözaltına alınırken cinsel tacize uğrayan devamında ise yanında yer almak yerine, kendilerini batıran açıklamalarla ailesi itham edilen erkek yok ama kadın var: Merve Demirel.

Çünkü bu ülkede şiddetin her gün görülen en somut yüzü, toplumsal cinsiyete dayalı işliyor. Şiddetin toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelinde gerçekleşmesi “proje” değil ki kaldırasın. Bu noktada kimse bize “ama genel olarak şiddet var” demesin. Her gün cinsiyet ve cinsel yönelimi nedeniyle kadınlar ve LGBTİ bireyler hayatları pahasına mücadele veriyor. Şiddetin toplumsal cinsiyete dayalı yapısı bu kadar açık olgularıyla ortadayken YÖK başkanının tutup da “projeyi” kaldırdık demesi, esasen bir gerçeği kaldırmaya çalışmaktır. Beyhude bir çaba olması, sonuç alıp alamayacağından bağımsız olarak; biz böyle bir hayatı yaşıyorken bu tutum, her şeyden önce utanç vericidir.

Üniversitelerde “toplumsal cinsiyet” ve “eşitlik” kavramlarıyla oynamaya çalışmak, onlara dokunmak, üniversite ortamında öldürülen Ceren Damar’a dokunmaktır.

Özgecan’a dokunmaktır. Bu ülkenin üniversitelerinde öğrenci iken öldürülen Özge, Dilay, Şule ve daha nice genç kardeşimize dokunmaktır.

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Birimleri sadece üniversitelere değil bütün liselere yayılması gerekirken kaldırmaya çalışmak, lise kapısında öldürülen Helin Palandöken’e, Ecem Balcı, Münevver Karabulut ve onlarca liseli kardeşimize dokunmaktır.

Tabi ki dokundurtmayacağız. Biz “toplumsal cinsiyet eşitliği” talep etmiyoruz, o bir gerçek, o bizim hayatımız, o biziz.

Kavramlar öyle durduk yere ortaya çıkmazlar, arkalarında insanlık deneyimleri, arayışlar ve çoğu kez önemli mücadeleler vardır. Sadece fikre dayalı bir mücadele değildir bu, işte “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramında olduğu gibi kadınların ve LGBTİ bireylerin hayatlarına mal olan bir mücadeledir.

Toplumsal olarak hak kaybına uğrayanlar, elbette yaşadıklarına açıklık getirecek kavramları bulacaklar, ona göre normlar geliştirecek, yaşadıkları ayrımcılığı ortadan kaldırabilecek sistemler geliştirecekler. Kadın mücadelesi ve LGBTİ mücadelesi nice deneyimin içinden geçerek “toplumsal cinsiyet eşitliğini” onlarca yıl önce keşfetti. Türkiye’de 1985’te CEDAW’ın -Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi- imzalanması ile resmi olarak da hayatımıza giren bu evrensel normun kuşkusuz arkasında dünya kadın hareketi, LGBTİ hareketi var, köklü bir tarih var. 2011’de imzalanan İstanbul Sözleşmesi, tüm bu sözleşmelerin anayasal dayanağa sahip olması ve bunlara dayalı hazırlanmış yürürlükteki birçok mevzuat, YÖK başkanının üniversitelerde bu “projeyi” kaldırdım demesiyle kalkmayacağını ve bunu denemenin bile hukuk dışı olduğunu ortaya koyuyor. Ancak esas olan, hukuk tekniği bakımından durumun ne olduğu ya da ne olacağı da değil. Yok saymaya çalıştıkları kadınların, LGBTİ bireylerin gerçek hayatı olduğu için milyonlarca hayatın “kaldırılması” ne kadar mümkün değilse, çok rahatsız da olsalar “toplumsal cinsiyet” ve “eşitlik” fikrini kaldırmak o kadar mümkün değildir.

Evrensel kavramlar öyle birileri rahatsız oldu diye ortadan kalkmazlar. Ama onlarla oynanır, örtülmeye çalışılır, içleri boşaltılır ya da bizim başımıza geldiği gibi “eşitlik” yerine “adalet” diyerek massedilmeye çalışılabilirler. Şimdi üniversitelerde “Adalet Temelli Çalışmalar” yapılacak, “aile değerleri” anlatılacakmış. Amaç buysa bu bile bu yolla gerçekleşemez. İçinde eşitliğin olmadığı, şiddetin olduğu bir ortamda aile de güçlenemez. Tam bu dönemde gündemde olan nafaka tartışmaları, çocuk cinsel istismarına af, koruma kanunun ve medeni kanunun hedef haline getirilmesinde olduğu gibi, bu yol ile güçlendirilecek şey aile de değil suça eğilimli erkeklerdir. Adaleti önemsemek de bu değildir. Çünkü bu yol bizi, üzerine toplumsal bir sistem inşa edilebilecek tek şey olan “eşitlikten” uzaklaştırarak, yani gerçek bir adaletin oluşmasını önleyerek herkesin kendi adaletini aramaya çalıştığı Meksika sınırına benzeyen intikam toplumuna götürür. Toplumsal sistemler bireylerin subjektif merhamet duygularına göre kurulamaz, somut, objektif, ölçülebilir verilere dayalı kurulur. Bu yüzden adalet ararız ama eşitlik onu aramamız için de vazgeçilmez zemindir.

Toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgili birimler bazı üniversitelerde zaten kurulmuş ve işler durumda iken Özgecan’dan sonra YÖK kararı ile ülke geneline yayılmaya başlamıştı. YÖK ile başlamadı, onun bir kararıyla da bitmez. Ama şimdi Özgecan milat olsun isteyen herkesin, ondan kalan bu mirasa sahip çıkması da gerekir.

Ceren Damar’ı kaybettikten sonra da YÖK "Üniversitelerde Huzuru ve Güveni Artırma Toplantısı" yaparak kararlar aldı. Oysa Ceren Damar’ın öldürülmesinin bir kadın cinayeti olduğu kabul edilmediği ve üniversitelerde toplumsal cinsiyet eşitliği silinmeye çalışıldığı sürece, huzur ve güven de olamaz.

“Aile”, “huzur”, “güven”… Güzel sözcükler ama Özgecan ve Ceren’i birleştiren temel; “toplumsal cinsiyet eşitliğidir”.

Kadınların, LGBTİ bireylerin sahip olduğu eşit haklar, kimsenin inayetinde değildir. Bugün üniversiteleri aslına aykırı işleten 12 Eylül kalıntısı YÖK ve YÖK gibi kurumların, onların bağımlı başkanlarının inayetinde hiç değildir. Üniversiteler özerk ve demokratik olmalıdır, bu mücadele de sürüyor ve sürecek.