Türkiyeli kadınlar için gündem bitmez. Hani “gün geçmiyor ki…” diye başlayan popüler bir deyiş var, bizim için epeydir öyle oluyor. Gündeme gelen ve doğrudan hayatımızı ilgilendiren birden fazla gelişme oluyor mutlaka. Bu hafta da öyle oldu; canlı ve önemli gündemlerden hangisine eğilseniz diğerine haksızlık olur diye ben de bu hafta hepsinden söz etmeye çalışacağım. Yine de haksızlık olursa affola.

1. Önce hiç vakit kaybetmeden adım atılması gereken bir konu olduğu için henüz pek söz edilmeyen bir konuyu gündeme getirmek istiyorum. Sığınma evlerinde kalan kadınların bu seçimde, bundan önceki seçimlerde olduğu gibi oy kullanma haklarının ihlal edilmemesi için hemen çalışmaya başlanması gerekiyor. Sığınma evleri YSK tarafından “sandık bölgesi” sayılmıyor, devlet bu durumu ikametgah ve adres bilgisine bağlı güvenlik gerekçesiyle açıklıyor. Ancak son seçimlerde haklı olarak gündeme gelen sorun, kadınları tehlikeye atmadan elbette çözülebilir. Kadınların şiddetten kurtuldukları güvenli bir hayat yaşaması için mücadele eden bizler, elbetteki tehlike yaratan bir durumu talep etmiyoruz. Burada sorun, zaten güvenli yaşama hakkı ihlal edilmiş ve şiddet görmüş kadınların ikinci bir hak ihlali; en temel yurttaşlık hakkının lağvedilmesidir. Devletin kendi kurumlarında kalan gadre uğramış kadın yurttaşlarını koruyamayacağını düşünerek neredeyse onları gözden çıkarması hicap verici olmakla birlikte bundan daha acı olan şudur: Çözüm zor değil ve başka devletler aynen böyle yapıyor. Kadınların kaldıkları sığınma evinin adresini vermek gerekmiyor, her biri belli bir kamu kurumuna bağlı oldukları için o kurumun merkezi adreslerinde gösterilerek oy kullanmaları mümkündür. Yapılması gereken -tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi- ilgili kurumların, kılını kıpırdatıp gerekli çalışmayı, yani görevini yapmasıdır. Sığınma evindeki kadınların oylarından korkmaya gerek yok, elbette bu kadın kardeşlerimiz hele ki tam da onların yaşam şartlarını belirleyen yerel seçimde oy kullanacaklar, genel seçimde de…

2. İstanbul’un göbeğinde bir taksinin durdurulup içindeki kadının polis aracına alındığı ve sonra o araçta cinsel saldırıya uğradığı, dahası sonra hakkını arayıp karakola şikayette bulununca “evine git, banyo yap, biz gerekli cezayı veririz” diyerek tecavüzün örtülmeye çalışıldığı ortaya çıktı. Görüyoruz ki ülke, kadınlar için -hele de yabancı iseniz- neredeyse hukuk değil suçun yönettiği Meksika sınırına benziyor. Zincirleme suç konusunda Palu ailesinden farksız olan bu olay, faillerin polis olması nedeniyle de diğer tüm olaylardan farklı, hiçbirine benzetilemez. Asıl görevi kadınları ve tüm toplumu suça karşı korumak olan polisler hakkında yargının yapması gerekenleri kadınlar elbette takip edecek. Ayrıca konuyla ilgili kamuoyuna henüz bir açıklama yapmamış olan Fatih Emniyeti’nden de kamuoyu açıklama bekliyor.

3. Murat Paker’in terapi sürecinde taciz iddiası ile yargılandığı davada, iddia doğrulandı ve Paker ceza aldı. Davanın gündeme gelmesi ve aslında ilk olmayışı, güya “kadın haklarını savunan” erkeklerin suçlarının art arda ortaya çıkışı ile MeeToo’nun her yerde olduğunu görüyoruz. Bu da bizim MeeToo’muz; Nobel ödüllü profesörden ödüllü oyunculara, yönetmenlere ve siyasetçilere, nereye dönsek suç skalasına çarpıyoruz… “Ama o yapmaz” diye bir şey yok. Faillerin elbette kendini savunma hakkı var ama örneğin Paker’in kendini savunmak adına yayınladığı son metin, kadınların tacize karşı mücadelede kat ettikleri mesafeyi hiçe saydığı ve nerdeyse “bu gibi konularda ispat imkansızdır” savıyla bu alandaki bütün hukuk ve etik külliyatı hiç de haddi olmayarak “bilinemezciliğe” gömmeye çalışıyor. Metindeki diğer tüm suç işleyen erkeklerde görülen “sonsuz mağdur olmak” ve benzeri temaları geçiyorum, Paker evrensel hukuku savunur gibi yapıp hiçe sayarak kadınlara karşı yeni bir suç daha işliyor. Bu nasıl bilim insanı olmak? Bir “ama” söz konusuysa o da şu; bu kadar rezalet bir dünyayı durmadan dayatıyorsunuz kadınlara “ama” sizin bu riyakar erkek dünyanızı, yalan kulelerini yıkacağız biz. Kararlıyız. Hayatı gerçek kılmak da ancak böyle mümkün olacak.

4. Aslında bu hafta yaşadığımız tüm sorunlara çözüm getirmesi gereken Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, şiddetle mücadele için Milli Savunma Bakanlığı ile bir protokol imzaladı. Taraflar, adından söz etmeden “İstanbul Sözleşmesi’nin” bazı maddelerini andılar ama yine “zihniyet dönüşümü” gibi çözümü erteleyen konuşmalar da yaptılar. Nitekim ardından İstanbul Protokolü’nün var olabilmesi ve uygulanabilmesi için herhalde en emektar sayabileceğimiz kişi Türkiye Temsilcisi Feride Acar’ın yerine başka temsilci olabileceği haberi yayıldı. Feride Hoca en son bir röportajında, denetleme raporunda belirtilen Türkiye’nin şiddet ile mücadelede 65 ödevini tane tane anlatmışken yapılması gereken tek şey onun sesine kulak verilmesi ve desteklenip önünün açılmasıdır. İstanbul Sözleşmesi, “İstanbul Hatırası” olarak kalamaz. Temsilci değiştirerek bunu yapmayı sakın denemeyin. Bizim sorunumuz her gün kadınlar öldürülürken bağlayıcı tedbirlerinin bir an önce uygulamaya geçmesidir.

Kuşkusuz bu hafta kadınlar başka birçok mesele ile uğraşmak durumunda kaldılar; çocuk cinsel istismarcıları için affın gündeme gelmesine karşı kadınlar, sosyal medyada “çocuğa cinsel istismarın affı olmaz” dediler. Başörtüsü konusunda gündem devam etti. Herkes kendini özgürce ifade etmeye kavuşsa, birbirine benzemeyen kadınlar birbiriyle konuşabilir ve tartışabilir olsa iyi de olur. Asla birbirimizin kıyafetlerine ve yaşam tarzına karışmayalım ve illa ki bu hafta da maalesef devam eden kadın cinayetlerine karşı birlikte mücadele edelim.

Kıyafette olduğu gibi kendi hayatımıza karar vermek mesele ise kimin yaşayıp kimin öleceğine kim karar veriyor?

İşte o bizim adımıza bizi öldüren kararlar alan işleyişi, o çarkı hep birlikte bozalım kardeşler, kendi hayatımızı bütünüyle elimize alalım.