Gezi Direnişi’nin ilk günü Harbiye Caddesi’nin Taksim yönüne doğru yürümüştük. Çok büyük bir kalabalık vardı. Bütün tehlikelerine rağmen kitle TOMA’lara ve çevik kuvvetin üzerine doğru ilerledi. Atılan gaz kapsüllerinin ve sıkılan tazyikli suların karşısında insanlar geri çekilmeye başladılar. Gaz dayanılmazdı ve göz gözü görmüyordu. Böylece gidip, fazla sürmeden geri geldiğimiz esnada ben hayrete düşerek şuna tanık oldum. Yolu ikiye ayıran belki elli metrelik demir korkuluk yerinden sökülüp barikat oluşturacak şekilde yola enlemesine koyuluvermişti. Etrafı taş, beton, tahta parçaları ve daha ne bulunduysa onla doldurulmuş vaziyetteydi.

Toplum o güne kadar görülmemiş bir enerjiyle donatmıştı kendini.

Bir ayaklanmada hayal edilebilecek her şey bir masal gibi gözlerimizin önünde akıp gidiyordu. Herkes öfkeliydi, öfkesini yansıtıyordu, mevcut en büyük otoriteye kafa tutuluyordu. Eylemse eylem, barikatsa barikattı.

Tek sorun derinden derine hissedilir bir haldeydi. Kimse ne yapmamız gerektiğine dair sistematik bir politik hedef ileri süremiyordu. Bunun pek de şart olmadığı uğultusu da havada dolaşıyordu zaman zaman. Olup bitiyordu her şey. Kan ter içindeydik. Mücadele ettik. “Bir şey yapmalı” deniyorsa “bir şeyler yaptık”. Ne var ki çekilen bütün zahmetlere rağmen yenilmekten kurtulamadık.

Çünkü bu sahip olduklarımız yetmezdi. Çünkü siyasal bir hatta, hedefe ve bunun asgari örgütüne ihtiyaç vardı.

*

Şu an ülkede bir ekonomik kriz yaşanıyor. Herkes istiyor ki buna bir tepki gösterilsin. Bu elbette ki doğru, ama bununla birlikte ihtiyacını duymamız gereken ikinci boyut daha var: Bu tepkinin hangi hedefe varacağını belirlemek ve o hedefe doğru yürüyecek en temel örgütlü mekanizmaları yaratmaya çalışmak.

“Bu fatura bana çıkarılmasın” demek yeterli değil.

İşçi sınıfı her yerde İşyeri Komiteleri’ni hayata geçirmeye yönelik adımlar atmalıdır. Eğer buna imkânlar el vermiyorsa en asgari örgütlenme, ilişki kurma yöntemleriyle işe başlanabilir. Sosyal medya aracılığıyla bir ağ kurmaya çalışmak dahi buna bir hazırlık olabilir. Kriz süreci aynı zamanda bir örgütlenme fırsatıdır.

Parola şu olmalıdır: “Gel, senin gibi düşünenler var.”

Bir işçi dertleştiği bir işçi kardeşine “gel gidelim, bizim gibi düşünenler var” diyerek koluna girmelidir. Binlerce gönlüne, aklına ve koluna girme sahnesi yaşanmalıdır. İşçi, diğer işçi kardeşinin koluna girip onu İşyeri Komitesi’ne götürmelidir. Henüz o türde bir örgütlenmeye adım atılamamışsa, bu ülkenin gerçek devrimci partisi olan Emekçi Hareket Partisi’ne başvurmak pekâlâ mümkündür. Bunu yapmanın koşulları bile tamamen kısıtlanmışsa eğer; bir işçi kardeşimizin diğer arkadaşının koluna girip “gel gidelim bir çay içelim, senin gibi düşünüyorum” demesi görevlerimizden biri kabul edilmelidir. İşçilerin, işçi kardeşleriyle paylaşılacak bir çayı her zaman vardır.

İşçi işçinin koluna girip konuşmaya başlamadan, büyük siyasal davalar başlamaz.

Eylem olmalıdır, barikat olmalıdır, isyan olmalıdır, evet. Bunlarla birlikte sayılan fedakârca çabaların hepsi ancak ve ancak işçi sınıfının kol kola girip konuşmaya başlamasıyla devrimci sonuçlarına ulaştırılabilir.

*

Olur mu olmaz mı?

Herhalde bu ülkede yaşanmış olan, o şanlı Gezi Direnişi bir 1905 sayılır. Kimse, bizim memleket insanı hiç isyankâr değil diye oflayıp puflamasın. İsyan soruluyorsa, isyan edildi. Direniş soruluyorsa, direniş gösterildi sonuna kadar. Üstelik 1905’tekiler çarın resimlerini bayrak gibi taşıyıp, dertlerini dinlemesini umuyorlardı. Geziciler iktidar kuvvetlerinin üzerine doğru adım adım yürürken taşıdıkları tek şey kocaman yürekleriydi.
O kadar gazın altında, o genç isyancılar nasıl saatlerce dayandılar hala bir muammadır. Bu dayanıklılığı, bu enerjiyi, bu fedakârlık ruhunu nasıl edindiler? Genç kuşaklarda yeterince cevher bulamayan “önceki kuşaklar”ın gözüne çarpıversin biraz bu durum. Demek ki hayat her kuşaktan büyük devrimcileri yetiştirirmiş. Fedakârlık ruhu ve dünyayı değiştirme azmi son bulmamış, sürüyormuş.

O kocaman genç kuşağa, bir kez daha “aşk olsun size çocuklar” diyorum.

Bu işi 1905’le bırakmayacaklarına adım kadar eminim.

Anlıyoruz ki olurmuş. Oldu çünkü.

Dünyanın gelmiş geçmiş en başarılı devrimcileri olan Rus devrimcileri, ilk iki devrim kalkışmasını neredeyse teğet geçtiler. 1905 ve 1917 Şubat devrimleri. Önemli bir katkı ve yönlendiricilikleri olamadı. Olayların akışını ancak 1917 Ekim’inde kavradı ve yakaladılar. Yani üçüncü defada. Yani Bolşevikler için de çok kolay olmadı. Onlar için bile zordu. Elbette bizim için de zor olacak ama olacak.

İtalya’da işçiler İşyeri Komiteleri kurdular, biz de kurabiliriz.
Mısır’da, Malezya’da köhnemiş iktidarlar koltuklarından düştü yuvarlandı, biz de düşürebiliriz.

*

“Global oyunlar” hep baskıcı iktidarlara mı hizmet eder? O oyunlarda ufak çaplı otokratlar hep düşeş mi atar? Kim uyduruyor bu temelsiz fikirleri?

Şöyle yanıt vermeye çalışayım: Bu meseleyi anılan şekilde ele alanların bir kısmı maalesef güya derin analiz yapan solculardır. Onlara göre otokratlar hep kazanır. Eğer otokratlar kazanamayacaksa dahi “global oyunlar”ı kurgulayanlar onlara mutlaka kazandırır.

Manzarayı aşağı yukarı böyle gören bir solcu nasıl mücadele edebilir, benim aklım havsalam almıyor.

“Kusursuz cinayet yoktur” diye çok kabul gören bir varsayım biliniyordur. Bu varsayıma göre eğer üstüne düşülürse cinayeti işleyen kişi, tek bir kusurundan dahi yola çıkılarak tespit edilebilir. Çünkü cinayeti işleyenler mutlaka bir hata yapar. “Hep kazanan otokrat” düşüncesini savunanlara göreyse cinayetler kusursuz olduğu gibi otokratlar da kusursuzdur. Otokratlar asla hata yapmazlar ve onları bir kusurunu yakalayarak mağlup etmek mümkün değildir.

Ben bunu yanlış bir ele alış tarzı olarak yazdım ama bu ülkedeki insanların tanıdığı solculuk hemen hemen konuyu böyle yorumlar. Bu metotla kusur-hata-açık yok diyenler için “zamanın ruhu” budur.

Peki, hep böyle miydi? Hayır.

Yenilgi ruhunun biz teslim almadığı zamanlarda Mao’nun “emperyalizm kâğıttan kaplandır” sözü hepimizin tutumunu tayin ederdi. Onun “emperyalizm kâğıttan kaplandır” düsturu nire, “otokratlar kusursuzdur, yenilmez” nire?

Sosyal medyada ışıl ışıl resimleri paylaşılan Mahir Çayan nasıl düşünürdü bu konuda diye merak edilebilir belki. Sadece herkes tarafından çok bilinen “suni denge” saptamasını hatırlatmak isterim. Halkın bu düzenin sarsılamayacağına dair kanaati nedeniyle bir isyan tepkisini ortaya koymaması, düzen kuvvetleriyle halk sınıfları arasında bir denge oluşturuyordu. İşte Çayan bu dengeyi, Mao’nun emperyalizmi “kâğıttan” bulması gibi, suni olarak görürdü.

Ona göre suni değil de gerçek olan, bu düzenin allak bullak edilebilme ihtimaliydi.

*

Otokratlar yenilebilir.

Gezi Direnişi’nin politik hedefleri olan ve örgütlü devamı gelebilir.

İşçiler, işyerleri düzeyinde örgütlenebilir ve kol kola girip konuşabilirler. Çay içebilirler.

Üretenler, krizler yaratan gidişata el koyabilir.

Mümkündür.