Borçlar, işsizlik, enflasyon, paranın değerinin düşmesi sorunlarıyla yüz yüzeyiz.

Böyle bir tabloda, solun bazı hatalı tutumları var.
İlk olarak deniyor ki: “Evet bir kriz var ancak krizler her zaman toplum için iyi şeyler yapılmasına imkân tanımaz. Hatta kriz kitlelerin daha sağa yönelmesine sebep olabilir.”

Büyük mesele şu. Daha önceki aşamalarda sol, seçim gündemini pek faydalı bulmayıp sistemi tamamen değiştirebilecek faaliyetlerden söz ediyordu. Seçim gündemini geçtik. Olan oldu, biten bitti. İster istemez ekonomik göstergelerin kötüye gittiği bir ülke gerçeğiyle karşı karşıya kaldık. Şimdi de alttan alta deniyor ki, “ya kitleler daha sağa kayarsa”.

Ya kafamıza tuğla düşerse…

Çok tehlikeli bir yenilgi psikolojisi ortaya çıkmış. Ne yapalım yani kapitalizm krize girmesin mi diyelim? İyiliğine duacı mı olalım? Daha başlamamış krizin ve daha sağa kaymamış kitlelerin derdi şimdiden bize mi düşüyor? Ne olacaksa olacak. Biz de o sürecin içine girip uğraşacağız. Kitlelerin sağa kaymasını istemiyorsak yollara düşüp çaba sarf edeceğiz.

Kendi kendine olan iktisadi kriz, kendi kendine meydana gelen tarih karşısında bir devrimci bu kadar titrer mi? Aklım almıyor. Rusya savaşa girdiğinde “kitleler şimdi savaş ister” deyip, Rus devrimcileri mağaralara mı çekildi? Kaldı ki işin başlarında savaş isteyen “yurtseverler” de az değildi. Buna rağmen tarihin sunduğu olanaklar ve devrimcilerin sistematik mücadelesi sayesinde kitleler sağa değil, sola kaydı.

Komik adam arkadaşına ilerideki muzu gösterip bak demiş, ben şimdi o muza basıp kesin düşeceğim. Eğer net olarak bir muz görüyor olan varsa, lütfen basmasın. Komik adam olmamak bunu gerektirir herhalde.

Marks Kapital’deki analizlerinden sonra, “krizi gösteren gelişmeler var mı?” düşüncesiyle gün gün iktisadi verileri izlerdi. Onun bir takipçisi olarak ben de aynı ruh hali içindeyim. Kapitalizmi paradoksal buluyorum ve onun krize girmesine hiç şaşırmam. Hayıflanmıyorum da. Bazı solcular üzüntüleniyorlar diye tek tek deliklerini yamamaya çalışacak değilim sistemin. Dilerim tez günde dünya çapında krize girer.

Peki, hazır mıyız? Değiliz tabii ki. Tam teşekkül hazır olunamaz. Mücadelenin içinde hazırlanacağız. Ekim Devrimi’ni yapanlar dahi ancak üçüncü fırsatta hazır olabildiler. Hazırlık büyük olaylar içinde olur. Büyük olaylar devrimci öznenin yelkenini rüzgârla doldurur.

Ekim Devrimi’nin, Fatsa’nın, Gezi Direnişi’nin hakkını vereceğiz. Boşuna çekilmedi onca acılar. Boşuna yazılmadı, boşuna okunmadı. Kimse umudunu ve cesaretini kaybetmesin, devrimciler var.

*

İkinci konu ise şu: Kriz gündemiyle ilgili olarak sol aşağı yukarı “faturayı bize ödetmeyin” terminolojisiyle konuşuyor. Kitleler zaten sağa kayacak, bari krizin faturası bizlere ödetilmesin mümkünse. Dileriz, temenni ederiz, talep ederiz, ikna ederiz, selam ederiz. Kendisinin bir devrimci özne, bir politik aktör olma ihtimalini hiç varsaymamış bir eğilimin tezahürü. Kim kimden talep ediyor? Kimler için talep ediyor?
İşçi sınıfı konuşursa bir dağ konuşuyormuş gibi konuşur. Bütün ülke adına konuşur. Bütün halk adına konuşur ve bütün halkın iyiliği adına konuşur. Bu iş “Merter esnafı”nın durumunun ne olacağının konuşuluyor olmasına benzemez. İşçi sınıfının faaliyeti bir loncanın ya da bir meslek odasının faaliyeti gibi olmaz.

İşçi sınıfı mağdur değil meselenin muhatabıdır. Hala dünyayı değiştirecek gücü vardır. Üretenler, yani işçi sınıfı, emekçiler ve köylüler savaş yaraları alabilir ama dünyayı değiştirmenin ses tonunu düşürmezler. Faturadan, acı reçeteden, sıkılacak kemerden korkumuz yok. Hikayenin sonunda şanlı işçi sınıfı faturayı, reçeteyi ve kemeri sömürücü sermaye sınıfının önüne fırlatıp atacaktır.

Yenileceğiz diye endişelenenler mi var? Faturası kesilmiş, acı reçetesi yazılmış, kemeri sıkılmış olmaktansa öfkeli ve yenilmiş olmak yüz kere tercih edilir. İşçi sınıfı yenilme ihtimalini de göze alır. Garantili sınıf savaşımı yoktur.

İşçi sınıfının konusu büyük bir sınıf savaşı ve büyük bir ülke meselesidir. Sadece kendini sakınmak için değil sermayenin yön verdiği gidişata el koymak için harekete geçer. Buna tarihsel hakkı, hükmü ve gücü vardır. Üreten oysa yöneten de o olacaktır, elbette.

(Bu arada Demir Küçükaydın’ın son dönemdeki tartışmalar vesilesiyle yeniden ortaya çıkmış «‘Polemik Yapmak’ Üzerine Bir Polemik ya da Polemik Niçin İyidir ve Sağlık Belirtisidir?» başlığında çok değerli bir yazısı var. Eline sağlık. Herkese öneriyorum.)

*

Lenin, 1911’de Menşevik Martov’la yaptığı bir polemikte şunları yazıyordu:

“Marksistlerse işçilere şöyle diyor: ‘Kendi’ siyasi kaderinizi tayin özgürlüğünüz için bütün halkın siyasi kaderini tayin özgürlüğü hedefiyle savaşmalı, halka siyasi varoluşunun daha sonraki demokratik biçimlerinin ne olması gerektiğini göstermeli, kitleleri ve emekçilerin gelişkin olmayan kesimlerini liberallerin etkisinden kurtarıp yanınıza çekmelisiniz.

Eğer partiniz sınıfa düşen görevlere ilişkin tam bir anlayış geliştirecekse ve eğer partinizin faaliyeti lonca niteliği değil de gerçekten sınıf niteliği taşıyacaksa, sadece siyasi hayatta yer almakla kalmaması gerekir; liberallerin tüm duraksamalarına karşın siyasi hayatı yönlendirmesi, liberaller tarafından gösterilenden çok daha büyük bir arenada bulunan daha geniş kesimlerin inisiyatifini alıp daha temel ve radikal hedeflere yönelmesi zorunludur. Her kim sınıfı, sınırlarını, formunu ve biçimini liberallerin belirlediği arenanın “bir köşesindeki” “bağımsız” faaliyetleri alanına sıkıştırıyorsa, sınıfın görevlerini anlamıyor demektir.”

Yani işçi sınıfı partisinin faaliyeti bir lonca, bir meslek örgütü faaliyeti değildir.

İşçi sınıfı, mülk sahibi sınıfları “fatura” konusunda ikna etmeye çalışmaz.

Hegemonya kurar ve tüm halkı içeren bir hareketin liderliğini kazanır.

Mülksüzleri adım atmak konusunda yönlendirmeye cüret eder.

Bu ilkelere bağlı olan Emekçi Hareket Partisi, Marksizm-Leninizm davasının gerçek sürdürücüsü ve işçi sınıfının gerçek devrimci partisidir. Partimiz, işçi sınıfını sadece kendisini “faturalar”dan sakınmaya değil, üretenlerin örgütlü gücü olarak ekonomik krizler yaşatan gidişata el koymaya çağırır.