“Bir ülkede edebiyattan, sanattan çok siyaset konuşuluyorsa o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir” diye, solcu insanların dahi sosyal medyada belli bir sıklıkla paylaştığı bir söz var. Bunu paylaşmayan solcuların da “olur mu canım?” dediği pek söylenemez.
Bir zamanlar solculuğun kenarından geçmiş orta sınıflar, sabah gözünü açıyor ve “solcu olmanın temellerini nasıl yok edebilirim?” diye mesaiye başlıyor. Düşünüyor, kafa patlatıyor ve ulaştığı sonuçları en fiyakalı bir şekilde nasıl ifade edebileceği yönünde çaba sarf ediyor. Bu bir ordu. Uyduruk laf üretme ve paylaşma ordusu.
Bu öğüde uyarsak ne yapacağız?
Siyaset yapmayı boş verin, konuşmayacağız dahi.
Oh “lüküs hayat, lüküs hayat, bak keyfine yan gel de yat”. Üçüncü sınıf bir ülke olmamak için bol bol edebiyattan, sanattan konuşacağız. Şu kültürlü, kaliteli oluşa bakınız.
Solcuların hatalı eğilimi nedir bu konuda? Onların da bir kesimi “siyaset pis bir iştir” bakış açısına çok yakındır. İçten içe temiz kalmayı ya da birbiriyle iyi ilişkileri olan bir arkadaşlık ortamı içinde yaşayıp gitmeyi tercih edebilirler.
Solcular bunu hep siyasetin yanı sıra, kültür-sanat yolunu da açık tutarak yapar. Kültür-sanat konusu ilk önce hep istisna olarak girer yasaya, ama sonra ana uygulama haline gelir. Siyaset içeriği, her zaman çatlatılmış vazodan sızar boşalır. Çatlak bir vazo varsa ya da isteniyorsa bilinmelidir ki, içi boşalacaktır.
Öncülük iddiasındaki beklenen şey, sanat değil siyasettir. Sömürülen ve ezilen insanların tek kurtuluş yolu devrimci siyaset yapmak olabilir. Onların gücü kolektif siyaset yapabilmelerinden gelir. Başka türlü hakim otoriteyle başa çıkamazlar. Solun siyaseti kötülemesi kendi ayağına baltayla vurması anlamına gelir, ama bunu farkında olmadan yapmayı sürdürüyor.
İlk başta andığım söz insanları neye davet ediyor? Edebiyat, sanat alanına. Bunu kültür alanı olarak da anlayabiliriz. Sol insanları tıpkı o sözdeki gibi sıklıkla kültürün alanına davet ediyor. Bunun bir adım ötesinde davet ettiği alan kültürel kimlik haline gelmiş “sosyalist kimlik”in kendisi oluyor.
Sol, kimliğine mi davet etmeli, ileri sürdüğü siyasete mi?
Cevap çok açık. İleri sürdüğü siyasete.
Kimliğe davet etmek, uygulanabilir bir metot olsa can feda, ama uygulanamaz. Bir gün herkes Fenerbahçeli olmaz. Bunu beklemek, bundan bahsetmek kendini avutmak olur. Bir gün herkes “sosyalist kimlik” sahibi de olmaz aynı şekilde. Olması için beklenemez ve o kadar beklenecek zaman yoktur. Kitleler “sosyalist kimlik” sahibi olmasalar da sosyalistlerin ileri süreceği ya da tercih edeceği politik atılımları yaparlar.
Ekim Devrimi’nde kitleler Bolşevik oluvermedi. Bolşeviklerin ileri sürdüğü siyasetin haklı olduğu kanaatine vardılar ve o yönde hareket ettiler. O yönde hareket etmeleri yetti.
İnsanların büyük bir salonun, büyük bir kapısından geçerek siyaset meydanına çıkması gerekiyor. Öncü, kitleler yerine o salonu dolduramaz ve o salondan çıkamaz. Salonun bir köşesini bile dolduramayacak öncülerin sadece öncüler olarak meydana çıkmasının bir anlamı da yok. Öncüler kitle değildir ve onun yerine geçemezler. Öncüler salonun kapısı da değildir anahtarı da. Öncüler kapının anahtarını çevirme yeteneğini gösterenlerdir. Zor zamanlarda o anahtarı öncüler çevirir. Yanlış yöne çevirme ihtimali de vardır. Anahtarın mutlak bilgisine öncü her hâlükârda sahiptir denilemez.
Eğer kapılar doğru standartlara uygun yapılabilirse, kitleler toplu halde yüklenip yatay ve geniş açma koluna bastırdıklarında büyük kapıları kolayca açabilirler. Doğrusu da budur. Kitleler bunu modern binalarda yapabiliyorlarsa, modern siyasette de yapabilmeliler. Eğer öncüler müsaade ederlerse, bu mümkün hale gelebilecek.
Peki kitleler bunu neden yapamıyor?
Çünkü kitleler büyük deniz kaplumbağalarıdır. Denizlere ulaşmamışken çok yavaş hareket ederler. Ne yaptıkları anlaşılmaz dahi. Öyle de olsa onlar iki yüz kiloluk canlılardır. Yüzyıldan fazla yaşarlar.
Asıl büyük zayıflıkları ise, yumurta oldukları ve sonra ilk yumurtadan çıktıkları zamanlardadır. Yumurtaların diğer avcılar tarafından fark edilmemesi gerekir. Bir gece vakti yumurtadan çıkıp denize minik bir kaplumbağa olarak koşarlarken büyük kuşlar tarafından yutulmamalılardır. Çok azı sağ salim denize ulaşır ama denize ulaştıktan sonra da, artık kimse zapt edemez onları.
Kitleler denize ulaşamadan yırtıcılara yakalandıkları için yapmaları gereken işleri yapamıyorlar. Bu fırsata bir türlü sahip olamadılar. Zayıflıkları ondandır.
Koşan küçük kaplumbağalara bakıp kimse “bunlar mı iki yüz kiloluk deniz kaplumbağası olacak?” demesin. Evet onlar olacak. Çünkü genetik olarak deniz kaplumbağası olmaya erişecek olanlar, onlardır.