Seçim sathı mailine doğru gidilirken önümüze çıkan ikilemde bir tercihte bulunmak zorundayız.

Memleket solu şu aşamada bunu yapmıyor gözüküyor.

Birinci seçenek olarak; bütün sorunlarına rağmen bu seçimlere dahil olunup, mücadele edilecek denilebilir. İkinci seçenek olarak; bu demokratik olmayan koşullarda, seçimlere katılmanın yanlış olduğu ileri sürülebilir.

Her ne oluyorsa olmalı ama bir karar vermeliyiz.

Denilebilir ki “karar verilecek hele bir dur”. Bence o kadar zamanımız yok. Eğer tercihimiz seçimlere katılarak mücadele etmek olacaksa bir an önce harekete geçmeliyiz. Hem seçimlere politik-örgütsel hazırlık yapmak, hem de seçim güvenliğini sağlayabilecek mekanizmaları oluşturabilmek üzere. Hazırlıksız yakalanma ve bu seçimlere hazırlıksız girme şansımız yok. Büyük bir hile yapma operasyonuyla karşı karşıya kalabiliriz.

“Her türlü çalışma yapmak faydalıdır” yaklaşımı var ama bu doğru değil. Lenin’den beri bu değişti. Onun getirdiği yeni tarihsel yaklaşım “çubuğu bir yöne bükmek”tir. Lenin “o da var bu da var” diye konuşmaz. “Bu çalışmalar birbirini destekliyor” demez.

O, yön belirtir. Zor olsa da, bir tercihte bulunur. Çubuğu, hayatı ve mücadeleyi o yöne doğru büker. O nedenle Lenin bütün çağdaşlarından farklıdır.

Dikkat edilirse “çubuğu bükmek” ifadesi memleket solunda neredeyse hiç kullanılmıyor. Her ne kadar sıkça Ekim Devrimi yıldönümü kutlamaları ve anmaları yapılsa da, onun kavramlarından beklenmedik düzeyde uzaklaşılması sebebiyle.

Kararsız insanlar zaten yönlerini belirleyemezler. Oysa ki, bütün mesele budur. Yön yoksa, tercih ortaya konmadıysa, çubuğu nereye doğru bükeceğimizi, hayatı nereye doğru zorlayacağımızı bilemeyiz.

Karar bile verememiş durumdayız. Karar vermeliyiz, ya herro ya merro.

İşin zor kısmı ise, daha sonra başlıyor. Hayatı o yönde zorlayacağız ve başarmaya çalışacağız.

CHP seçimlere katılım göstereceğini açıklıyor. HDP de benzer bir tutum içinde. Büyük politik bloklar eğer boykot yönünde bir tavır almıyorsa, boykot seçeneğinde başarılı olmak mümkün değil. Seçimlerin her halükarda önümüze geleceği anlaşılıyor. Koşullar namüsait olsa da, sonuç değişmiyor. Halkın gözlemlenebilen eğilimi seçimlere katılmak yönünde.

Bununla birlikte sandıktaki hilelere karşı halkta büyük bir öfke biriktiği de hissedilebiliyor. Halk seçimlerin hilelere kurban gitmesini istemiyor. Buradan yola çıkarak insanların hilelerin engellenmesi, seçim güvenliğinin sağlanması yönünde bir motivasyonu olduğunu söyleyebiliriz. Bu motivasyon örgütlü hale getirilebilir.

Seçim siyasetiyle birlikte, seçim güvenliğinin örgütlü ve dirençli bir şekilde sağlanması hedefimiz olmalı. Çubuğun büküleceği yön budur. Diğer anti-demokratik uygulamalara karşı çıkma mücadelesi, bu dereceye yükselme özelliğine sahip değil.

Yön buysa iş nasıl yapılacak diye düşünebiliriz.

Burada ilginç bir durum var. Memleket solunda seçim siyaseti kabul görse dahi, bunun “nasıl yapılacağı”na dair bir sorun alanı yok. Zamanın ruhu olarak yaygınlaşmış bir sözle söyleyecek olursak “sıkıntı yok”. Büyük bir “sıkıntı” olmalıydı hâlbuki.

Konu son derece karışık ve meseleyi anlatmak zor.

Tarihi kim yapar? “Kitleler yapar” cevabı aslında genel kabul görüyor. Yani işçi sınıfı yapar. Diğer ezilen kategoriler de böyle sayılabilir. Ne var ki bu tarihin ve dolayısıyla mücadelenin oluşması süreci bir tür öncülerin müdahalesini de gerektirir mi dersek, cevap yine evet olur mu? Evet olur. Bu kurguda dışarıdan müdahale, dışarıdan politik yön önerisi ya da en soyut haliyle dışarıdan bilinç taşımak var mıdır? Vardır.

Vardır, vardır ama hani bir şarkıda geçiyor ya, “aşk her şeyi affeder mi?” diye. Ben şimdi soruyorum “aşk her şeyi affeder mi?” Bence her şeyi affetmez. Bu terazi o sıkleti çekmez.

İlk affedilmez sorun şöyle başlıyor.

O öncüler kim?

Herkes kendine bir öncülük yakıştırıyor ve bunu sözlü olarak ne kadar tekrar ederse o kadar iyi olacağını düşünüyor. Öncülük iddiası ileri sürmek ve bunun gereğini yapmaya çalışarak yarışmak elbette ki olağan, ama bunun erozyona uğradığı bir taraf var. Yanlış anlaşılmaya başlandığı bir taraf. Öncü olduğunu ileri sürmek, iyi-güzel olduğunu, mücadeleci olduğunu, mesnetsiz bir öze sahip olduğunu söylemekten ibaret kalıyor.

Çağrı şu; “ben iyiyim, beni beğen, sonra da bana katılmanı beklerim”. Burada ne yapacağız sorusu ve onun cevabı yok. Öncünün en temelde vaat ettiği politik önerme yok. “İyi” olduğu özcü iddiası var. Neden iyi olduğu sorusu ve onun cevabı dahi yok. İlerleyiş şöyle “iyi olduğumu kabul edeceksin, sonra sen de iyi olacaksın”. Bir inanç grubuna dahil olma yolu gibi. Sosyalist bir davaya öncülük konusunda büyük bir kusur.

Bu pozisyon alışta “neden iyisin ki?” sorusu ısrarla sorulacak olursa çok tanıdık olduğumuz bir izahla karşılaşıyoruz. Şanlı tarih.

Bana göre öncülük iddiası şanlı tarih ya da mesnetsiz bir iyilik özünden dem vurmakla değil, güncel politik yön ileri sürmekle mümkün olabilir. Özellikle ileri sürebilir diyorum. Çünkü ileri sürüldükten sonra tartışılacağı, hayata geçip geçmediğinin sınanabileceği bir zemin ve zamana ihtiyaç olduğu kabul edilmeli. Aksi takdirde hem öncü hem de onun politik yön iddiası kendinden menkul hale gelir.

Hadi bütün bunları bir kenara koyalım. Öncü de, öncünün politik yön teklifi de bir tür sert tabii seleksiyon kayasına çarpar. Ölen ölür kalan öncüler ve teklifler bizim olur diyebiliriz. Sorun kesinlikle öncülük iddiasındaki şövalyelerin yaşamındaki hüzün dolu zorluklar değil. Kendi “iyiliği”nde sarhoş olup düşenleri elbette bırakalım kendi halinde ama düşerlerken sofrayı da deviriyorlar.

Öncü politik yön önerisini kime getiriyor? Kitlelere. Yani işçi sınıfına ya da ezilen ulusa ya da ezilen diğer kategorilere. Peki bir sosyalist ütopyaya sadık kalacaksak, kitleler öncünün önerisini tartışabilecek mi? Benim gözlemlemeye çalıştığım kadarıyla buna bir kesim solcu “gerek dahi yok” diyor. Neden yok? Çünkü öncü mutlaka doğru olanı söylemiştir. Kimsenin bunu tartışması icap olmaz. Olay nasıl cereyan eder? Kitleler öncünün önerisini doğrudan doğruya benimser. Bir nevi “emir telakki eder”. Sadece ayaklarıyla uygular. Muzaffer olunursa olunur, olunmazsa olunmaz. Format budur. Dikkat edilirse burada kitlelerin “söz-yetki-karar hakkı” diye bir mevhum yok. Zaten o zaman “sıkıntı” da yok.

Diyelim ki kitlelerin “söz-yetki-karar hakkı” var. Bu öncünün önerisinin sınanmasında daha yararlı ve kendinden menkul olmaktan kurtarıcı nitelikte olmaz mıydı? Olabilirdi. O halde böyle bir hayat akışının gerçekleşmesini isteyebiliriz. Söz-yetki-karar hakkı olan kitlelerin kendisi de politik yön önerisi getirebilir mi? Söz-yetki-karar hakkını yazan “kanun koyucu” doğal olarak bu neticeyi de kabul etmiş sayılmalı. Ütopyanın prensibi olarak “söz-yetki-karar hakkı” buraya varır. Bu zincirleme bir ilişki. Silinmeye kalkışılırsa geriye doğru zincirleme bir silinmeye sebep olur ve ütopya kaybedilir.

Zaten “söz-yetki-karar hakkı” prensibinin silinmesiyle, ütopyanın kaybedilmiş olduğu derinden derine fark ediliyor. Sade insanlar toplamının dünyayı yönetebileceği ihtimali ütopyası erimiş. Kitlelere, sade vatandaşlara, Memleketimden İnsan Manzaraları’nın insanlarına karşı duyulan duygusal bir bağ yok.
 

Konu uzun. Haftaya devam edeyim…