Hakan Öztürk / hakanozturk1871@gmail.com / 2014.09.09
Benim öğrencilik yıllarımda, yani 90’larda çok büyük bir işkence meselesi vardı. Konu her tartışıldığında safkan sağcılar, bu meselenin sosyolojik bir mesele olduğunu anlatırlardı.
Ne yapsınlardı ki! Koca karısını dövüyordu, kadın çocuğunu dövüyordu, çocuk da kediye tekme atıyordu…
Olay bu kadar basit ve doğaldı.
Hatta kendinizi biraz zorlarsanız durumu sevimli bile bulabilirdiniz.
Elbette ki bu arada devrimciler vahşi işkence tezgahlarından geçiyordu. Gözaltında kaybediliyorlardı. İşkencede sakat kalıyorlardı. Onlara göre yaşananlar hiç de tatlı bir sosyolojik olay değildi.
Onlar işkencenin devletin bir politikası olarak ve sistematik bir şekilde yapıldığını anlatmaya çalışıyorlardı.
Hakimlerin, polislerin, devlet yetkililerinin bu kadar çok sosyolojik konular konuşma hevesine şaşıp kalırdınız. Hatta memleketimizin derin akademikyenleri, kültürlü insanları da olaya sosyolojik bakar haldeydiler. Onlar sosyolojik konuları konuşan derin insanlar, bizler ise çok kaba bir şekilde işkencelerin durdurulmasını isteyen yüzeyseller olarak kalıyorduk.
Onlar tam bir “eğitim şart” ekolüydü. Yani işkence meselesinin uzun vadede topluma eğitim verilmesiyle çözüleceğini düşünüyorlardı. Biz işkence görenler ise sadece birkaç yüzyıl bekleyiverecektik. Ne olurdu yani, polisler eğitilinceye kadar biraz dişimizi sıksak?
Eğitim denince herkesin gözleri yaşarıyordu.
“Polislere eğitim, devrimcilere işkence” formülüydü bu.
Sonra yeni yasalar çıktı, insanlar gözaltındayken hastaneye götürülmeye başlandı, gözaltı süreleri sınırlandırıldı ve buna benzer tedbirlerle işkencenin önü bir ölçüde kesildi.
Şimdi gözaltında “ifade vermek istemiyorum” diye bir seçenek var. Eskiden “ifade vermiyorum” demek neredeyse “beni öldürün” demek gibi bir şeydi. “İfade vermiyorum” dediğinizde işkencenin dozu iki katına çıkardı.
Demek ki neymiş, eğitim şart değilmiş.
Devlet şiddet politikasından vazgeçerse, yasalar yapılırsa, tedbirler alınırsa işkencenin önü kesilebilirmiş.
Şiddeti eğitim değil, Türkiye’deki tüm ezilenlerin devrimci politik mücadelesi durdurdu.
*
Özgül olarak çok ağır olan Arnç’ı izliyorum, Mecidiyeköy’de ölen işçilerin ardından diyor ki: “Çok benzeri yakın zamanlarda oldu. Piknik yapan vatandaşlarımız uyarılmış olmalarına rağmen barajdaki sular bırakılınca ölüverdiler.” Ne kadar güzel değil mi? Ne kadar doğal? İnsanın gidip bu doğallığı tatması için piknikte ölesi geliyor.
Yani nedir?
Ölmek piknik yapmanın fıtratında var, ölmek asansöre binmenin fıtratında var, ölmenin aynı zamanda kömür çıkarma işinin fıtratında olduğunu Erdoğan daha önce açıklamıştı zaten. Tam bir devamlılık, tam bir “durmak yok yola devam” hali.
Hadi bunlar kaşarlanmış, çekirdekten yetişme sağcı. Davutoğlu bu ağızları ne çabuk öğrendi diye hayret ediyorum. O da konuyu biraz eveleyip geveledikten sonra, genel olarak eğitimin ilerlemesine bağlıyor. Yani bir iki yüzyıl da asansörlerde, piknikte ve kömür madeninde ölmemek için bekleyeceğiz.
Berbat gerici oldukları yetmiyor, aynı zamanda çok aşırı yavaş ilerlemeciler.
*
Soma’da 301 işçi öldüğü zaman AKP’nin yandaş televizyonlarına çıkan kıtıpiyos yorumcular, büyük bir ihtişamla sorunun kaynağının sıkı durun, neo-liberalizim olduğunu ifşa ediyorlardı. Şu ferasete bakınız. Şu derinliğe bakınız. Olayın suçunu şu çirkin kapitalizme bağlayanlar bile oldu.
Neden böyle yapıyorlardı? Suçlu neo-liberalizmdi, suçlu kapitalizmdi.
Ama asla ve kata AKP hükümeti değildi. Bakanlar değildi. Firma sahibi değildi. Denetim yapması gerekenler değildi.
İşin ucu AKP’ye dokunmayacaksa yandaş yorumcular sosyalist bile olmaya razıydılar.
Allah’ın hikmeti işte. Demek ki kırk yılın ortaçağ tiryakilerini bu şekilde sosyalizm dünyasına kazanmak da varmış.
*
Gerçek bir devrimci mücadele somut bir politik hatta verilir.
AKP kendisini kurtarmak için fıtrat der, doğasında var der, eğitim sorunu der, sistem sorunu der.
Sol bu tongaya düşmemelidir. Sistem ve eğitim konularına bilahare bakacağız ama şu anda AKP’yi ensesinden yakalamalıyız. AKP’yi bugün, bu somut konuda ensesinden yakalayamayanlar, sistemi hiç yakalayamaz.
Bugünün işini yarına bırakma, yarının işini bugün sanma.