En azından sol uzun vadede kendini farklılaştırabilir mi? Bunu denemeliyiz. Egemen olan havaya teslim olmamalıyız. Son otuz küsur yıldır sola egemen olanların yarattığı tablo görülüyor. Ne yazık ki onların varlığına dayanarak ileri bir adım atmak mümkün değil.
Sol, birlik denilince örgütler koalisyonu yapmaktan öte bir yaklaşım ortaya koyamıyor. Ufku bu.
Örgütler koalisyonunda iki unsur eksik. Gerçek siyasal tartışma ve bu tartışmalar için bir ölçü, ya da mihenk taşı. Bunun yerini ne mi tutuyor? Tartışma yerine, örgütlerin sanki on yıl önce karara bağlanmış gibi duran deklarasyonları. Ölçü yerine de, köşe kapma savaşlarında köşe kapmış ve kendisini bu nedenle güçlü ilan etmiş olan grubun, son sözü her ne pahasına olursa olsun söylemeye çalışması.
Rus devrimcileri Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nde tartışmak zorundaydı. Sovyetlerin içinde Bolşevikler, Menşevikler, Narodnikler, Trudovikler ve anarşistler birbiriyle tartışmak zorundaydılar. Kimse sözünü söyledikten sonra “benim işim tamam” diyerek gidemiyordu. Sovyetlerin içinde yer alan toplumsal kesimler bir mihenk taşıydı, ölçüydü. Eğer sovyetler ülkede önemli işler yapacaksa orada bulunan işçilerin, köylülerin, askerlerin, kadınların ve gençlerin ikna edilmesi gerekiyordu. Onlar ikna olmazsa mücadele etmek söz konusu olamıyordu. Onlar basitçe manipüle edilebilir varlıklar değildi. Böyle bir şey yapmayı denediğinizde pişman olurdunuz.
Bizler şu an ülkemizde böylesi siyasal zeminler oluşturmanın çok uzağındayız. Böyle zeminlerin oluşması bizzat sol tarafından pek arzu edilmiyor. Eğer ortaya çıkma ihtimali varsa bizzat sol tarafından akamete uğratılıyor.
Neden mi? En başta gelen nedeni, otuz küsur yıllık “böyle gelmiş böyle gider” anlayışı. Böyle gelmiş olmasına sebep olanlar var ve böyle gitmesini istiyorlar. Bu onların köşe kapma koşuşturmacalarında kendilerini avantajlı hissettikleri bir an ve bu katiyen bozulsun istemiyorlar.
Sol, bir tartışma istemiyor. Sol, doğal olarak, o tartışmalarda bir mihenk taşı niteliğinin ortaya çıkmasını da istemiyor. O tartışmalara zemin olabilecek bir meclis modeli de istemiyor. Ortaya çıkabilecek herhangi bir gerçek meclis sürecinin kendi örgütlerine bir alternatif oluşturacağını düşünüyorlar. Bir bakıma haksızlar, bir bakıma ise sonuna kadar haklılar. Haksızlar çünkü Ekim Devrimi’nin olduğu ülkede işçi, köylü, asker sovyetleri de vardı, ama devrimci örgüt de vardı. Bolşevikleri kastediyorum. Hatta diğer sol örgütler de vardı. Sovyetler ve diğer sol örgütler bir karşı karşıya geliş yaşamıyordu. Değil karşı karşıya geliş, bu unsurların her ikisinin de varlığı devrim için zorunluluk ve imkândı. Lenin’in çıkarsamasıyla “iktidar Sovyetlere” demek, partiye halel getirmiyordu.
Bir insan ömrünü neye vermeli?
Herkes Ekim Devrimi’nin yıldönümünü kutluyor, bazen Marks’tan bazen Lenin’den bahsediyor ama büyük çoğunluk o büyük devrimin gerçekleşme koşullarının kavramlarına, örgüt modellerine ve ilkelerine bağlı değil. Ekim Devrimi’nin ışığını görmedikçe sararmış solmuş çiçekler gibiler. O ışığı alamadıkça daha da sararıyorlar.
Sıkça yapılan Ekim Devrimi anmalarına bakılırsa bağlılık ifade ediliyor denilebilir. Ben bundan emin değilim. Bir kesim sadece Rusya’da o dönem bir başarı elde etmiş olmamıza seviniyor. Bunu sınırsızca övüyor. Kendisini de bu büyük başarının parçası sayarak, kendisini de sınırsızca övüyor. Anmalar bize büyük bir övünme imkanı vermiş oluyor. Hem geçmişimizi hem de kendimizi övüp, kurtuluyoruz bütün yüklerden. Bu bakımdan ülke sağcılığının kendisini ve ecdadını övme eğiliminden pek ötede olmadığımızı söylemeliyiz. Övme ve o övgüden kendine övünç payı çıkarma işinin, siyasal tartışmadan uzak kalmak için yapıldığı gözlemlenebilir. Herkes tartışmanın, eleştirinin, şüphe etmenin soğukluğundan ve tekinsizliğinden uzak duruyor. Özümüze dönelim bile değil durum, özümüzü övelim. Her yer anma, her yer yıldönümü.
Ekim Devrimi’ne bağlılık ileri sürenler böyle. Bir bağlılık ileri sürmeye gerek görmeyenler de var. Onlar “mahallenin en güzel abisi”ne bağlılar. Bunu yeterli görüyorlar. Onlara sovyetler, parti, Nisan Tezleri konusunda söyleyecek bir sözüm yok. Yalnızca Tony Cliff’ten bir notu ileteyim: “Lenin, ağabeyinin 1887'de çarlık otokrasisi tarafından idam edilmesinin ardından bu şehitlik şanından hiçbir zaman faydalanmaya çalışmamıştır. Lenin'in elli beş ciltlik Toplu Eserleri'nde Aleksandr'ın adı ancak üç defa, tesadüfen geçer.”
Sonuç olarak ya yanlış bağ var, ya da hiç yok.
Diyelim ki bağ var. Hatta çağdaş anlamda diyoruz ki “söz, yetki, karar, iktidar halka”. Hani şarkıda soruyor ya “bir insan ömrünü neye vermeli?” diye. Herhalde o sorunun cevabı böyle verilebilir. Bu tarihsel yönelimin somut örgütü ve işleyişi nedir? Meselenin özü bu.
Parti ve meclisler ilişkisi
Sol, halkın söz-yetki-karar haklarını kullanma pratiğini, insanların mevcut politik parti ve örgütlere üye olması biçiminde öngörüyor. Bunun dışındaki bütün durumlar ya gerekmez, ya da bilakis mevcut örgütü zayıflatır gibi neredeyse. Her türlü ikilik arasında mutlaka bir tamamlayıcılık, besleyicilik bulan sol, sadece parti ve meclisler (sovyet) arasında böyle bir ilişki saptamıyor. İşin aslına bakacak olursak özellikle bu iki örgütlenme düzeyi birbirini tamamlar.
Eğer doğrudan doğruya mevcut parti halkın söz-yetki-karar hakkını kullanacağı yer olarak ileri sürülmüyorsa, mevcut partinin yan örgütü gibi olan bir başka zemin meclis olarak ileri sürülüyor. Bu zemin sözüm ona daha gevşek ilişkilerin söz konusu olduğu bir yer gibi görülüyor, ama bu doğru değil. Evet işleyiş mekanizması olarak daha serbest yerler oluyor bu zeminler, ama siyasal olarak ilgili politik merkezin yönelimlerini doğal olarak benimseyeceği, benimsemesi gerektiği varsayılıyor. Zira yan örgüt konumunda oluşu buradan geliyor. Yani her politik partinin daha serbest ilişkiler tarzıyla hareket eden “meclisleri”. Sözün kısası “partisinin meclisi” ya da “sahibinin sesi”.
Bunlar hiç Rusya’daki sovyetlerin veya İtalya’daki iş yeri komitelerinin yerini tutabilir mi? Elbette ki tutamaz ama ileri sürülüyor işte.
Bu yaklaşımın ikinci türü ise “zaten bizim mevcut örgüt meclisler tazında örgütleniyor, buyurun katılın” deniliyor. Sol, son zamanlarda bir ticari işletme açsa dahi, buna meclis deme eğiliminde. Gerekli ve gerçek meclisin ortaya çıkmasına alan bırakmamak üzere, gerçek meclis dışındaki her şeye meclis adı veriliyor.
Üçüncü türün tavrındaki arkadaşlar ise eğer meclislerden söz edecek olursanız, önce “gerek yok”, sonra ise “zaten var” diyorlar. Gerek yok demelerini geçiyorum. Zaten var dedikleri “bazı örgüt-parti temsilcilerinin toplantı yapması”. Peki, prensip neydi? Söz-yetki-karar halka. Bir söz-yetki-karar var ama o halkın değil. Örgüt ya da parti temsilcilerinin. Küçük ama hayatın büyük meselesi bu. Bu yaklaşım öncelikle prensip olarak yanlış. İkincisi, iktidarı eğer halk yoksa örgüt-parti temsilcileriyle almak mümkün değil. O halkın söz-yetki-karar hakkı olacak ki iktidarı da olsun.
Sol bu konuda CHP’ye çok benziyor. Düşününüz koskoca Adalet Yürüyüşü oldu. Halk bu yürüyüşte ülkeyi boydan boya yürüdü. Kalbi, ayakları ve elleri çalıştı. Gelgelelim yapılan Adalet Kurultayı’nda aklının, söz-yetki-karar hakkının işlemesine izin verilmedi. Yürü ama söz söyleme. Halka kurultay değil, panel yaptılar. Ben bunu eleştiren solcuya hemen hemen hiç rastlamadım. Neden eleştirmiyorlar? Çünkü onlar da öyle düşünüyor. Solcu liderler söyler halk dinler ve yapar sanıyorlar. Böyle bir sol ve böyle bir CHP’nin ülkenin sağını “biat edenler ve ettirenler” diye eleştirme hakkı yoktur.
Meclis yok, sade vatandaşlar yok, tartışma yok, söz-yetki-karar hakkı yok. Ne var? Örgüt temsilcileri toplantısı, deklarasyonlar ve söz-yetki-karar hakkının en köşe kapmış gruba teslim edilmesi var.
Bütün bunlar zemin ve zeminin işleyişine dair düşünceler. Bunun sonrasında, yapılacak politik işin içeriğini ele alabiliriz.
Seçimler ve sol
Daha eskiden, diyelim ki seçimler gündemi ortaya çıktığında, bazı arkadaşlar “seçim ne ki, biz seçimlere önem vermeyiz” lafından açıyorlardı kapıyı. Zaten pek kritik bulmadıkları kitlelerden uzaklaşıp, kendi köşelerinde kültürel solculuğu yaşayan, sosyal topluluklar oluşturmaya çalışıyorlardı. Geldiğimiz aşamada ise en azından bu siyasal olmayan tutum, aşılmış durumda önemli ölçüde. Böyle bir noktaya varabildiğimiz için çok memnun olabiliriz.
Önümüzde yerel-genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ittifak ettiğimiz soldan arkadaşlara, cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmamız ve HDP’nin adayını desteklememiz gerektiğini söylediğimizde, işitmediğimiz laf kalmamıştı. Sokak terminolojisinin sorunların üstünü örten yönünden yararlanarak, bu çalışmalardan uzak durdular. Sadece Emekçi Hareket Partisi bu yönde bir faaliyet yürüttü. Bu dönemi, diğer arkadaşların sürece katılmıyor oluşuyla geçirmiş olduk.
Sonrasında gelen genel seçimler ise çok daha gerilimliydi. İttifak ettiğimiz arkadaşlara 7 Haziran 2015 tarihinde yapılacak seçimlerde aynı tutumu önerdiğimizde, keskin tartışmalar ortaya çıktı. Arkadaşların seçimlere dahil olmama yaklaşımı aynıydı. Seçimler onlara göre yine önemsizdi ve kendi yapacakları kültürel-sosyal çalışmaları bunun yerine koyuyorlardı. Faklı olan, seçim çalışmalarını yapmak üzere adım atanların, mevcut ittifak ilişkisinin yönetim kademesinden düşürülmek istenmesiydi. Bunu tartıştılar, oyladılar ve oy çokluğuyla karara bağladılar. Bu konuda Sosyal Haklar Derneği ve Yeniyol, Emekçi Hareket Partisi’yle aynı tutumu aldı. Yoldaşça bir saygıyla onları da anmak isterim. Onlar sayesinde parti cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki gibi yalnız kalmadı.
Köprünün altından çok sular aktı. O zamanlardan bu zamanlara gelebilmek bence iyi. Sadece olanı biteni hatırda tutuyor olmamız yeterli. Şimdi “seçimler önemsizdir” diyen yok.
Geldik bugüne.
Seçimler konuşulunca sadece cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili konuşuyor olmak tercih ediliyor. Bu yerinde bir hareket değil. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yanı sıra yerel ve genel seçimler de var.
İttifak eden solun, bir tek cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanıp, oradan “içine çok sinen” bir adayla ilgili çalışma yapmayı planlaması kanımca isabetli değildir. O konuda dahi, ortaya çıkabilecek bütün gelişmeleri dikkate alabilen bir konumda bulunmak gerekiyor. Örneğin, her ne kadar artık daha azalan bir ihtimal olsa da, HDP’nin Selahattin Demirtaş’ı aday göstermesi seçeneği hesaba katılma niteliğini koruyor.
Yerel seçimlerde, AKP dışında kazanabilecek adaylara dikkat edilmesi kritik. Genel seçimlerde ise tutumumuzu HDP’nin barajı geçebilmesi yönünde belirlememiz, meclisteki bileşimin belli bir dengede kalmasını sağlayabilmek bakımından hayati öneme sahip.
Yerel-genel seçimler ile cumhurbaşkanlığı seçimleri belirgin olarak farklı. Yerel ve genel seçimlerde sol, ittifak edebilecekleriyle bir ilişki geliştirmek zorunluluğunda. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise eller daha serbest gibi gözüküyor.
Sol, cumhurbaşkanlığı seçimlerine girdiğinde, politik perspektif üç aşağı-beş yukarı birbirine yakın olacak. Farklılık asıl olarak sürecin nasıl işletileceğinde. Eğer süreç “güçlü” kabul edilen bir grubun etrafındaki örgüt temsilcileri koalisyonuyla yürütülmeye çalışılırsa, uzun vadeli olumlu sonuçlar elde etmek mümkün değil. Bu defalarca denendi ve sonuçları görüldü.
Buradaki ilk metodik sorun, kendini merkez statüsüne koyan grubun subjektivizmine mahkûm olmak. Geleneksel olarak diğer gruplar da, kendini merkeze koyan grubun akıntısına kendini kaptırıyor. Bir yönüyle onlar da zaten bir subjektivizmin çıkmazında. Toplam olarak, bu problemle karşı karşıyayız. Örneğin bu subjektivizmden kurtulmanı yolu “sokak”, yani bazı eylemler yapmak değil. Böylesi denemeler solu yine kendisiyle baş başa bırakıyor. Bunun çaresi kitlelerle kurulacak uzun süreli politik ilişki. Denilebilir ki “elbette herkes bunu ister”. Öyle değil. Kitlelerle ilişki istiyorsan, kitlelerin söz-yetki-karar hakkı olmalıdır. Kitleler “mahallenin en güzel abisi” sevgisiyle hareket etmez. Söz-yetki-karar hakkıyla hareket eder. Hakkı varsa gelir, hakkı gasp edilmeye kalkışılırsa gider. Sorun budur.
Sadece örgüt temsilcilerinin inisiyatifiyle hareket edilmek istenen yere halkın, kitlelerin inisiyatifi giremez. Zaten kitlelerin, halkın inisiyatifi de sanıldığı gibi bizlerin çok meraklısı değil. Gelmeyiverir yanımıza olur biter. Yıllar yılı olup da budur. Arılar insanların her istediği yeri yuva bellemezler, çok nazlıdırlar. Sol, kitle-halk inisiyatifinin çok nazlı olduğunu anlamış durumda ama bunu ne yazık ki iyi yönde kullanmıyor. O inisiyatifin henüz oluşma aşamasında çok nazlı, çok kırılgan olduğunu biliyor ve bilakis dikkatsiz davranıyor. Eğer dikkatsiz davranmayacaksa bu yönde bir gelişmeyi tam bir suskunluk kumkumasıyla karşılıyor. İnisiyatif geri düşene kadar. Sol, Gezi Direnişi sonrası ortaya çıkan forumlara bile böyle yaklaştı. Bir kısım sol, forumları ulusalcı, bir kısım ise liberal buldu. Sanki kızıl marksist olacaklardı. Ya katılmadılar ya da ketlediler. İçinde bulunanlar da orayı sadece üye kazanacakları bir ortam olarak gördüler.
Ülke çapında meclisler
Aynı kader Hayır Meclisleri’nin de başına geldi, fakat meclisler de bazı dersler çıkarmışlardı artık. Örgütlendi, siyasal inisiyatif aldı ve eylemler yaptı. Bunun sayesinde bilindik solun ilerisine geçti ve tutundu. Sol ise bu meclislerin ortaklaştırıcılığını kabul etmedi. İstanbul dışında, ülke çapında örgütlenmesine neredeyse kategorik olarak karşı çıktı. Çünkü meclisler ülke çapında örgütlenirse, sözüm ona ülke çapında örgütlü olan sol örgütleri aşacaktı. İşte sol meclisleri ancak burada durdurabildi. Ne var ki bu son olacak, solun subjektivizmi bir sonraki karşılaşmada artık meclisleri tutamayacak, ketleyemeyecek. Meclisler solun subjektivizmini fersah fersah aşacak.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu bu sürece iyi bir örnektir. Bu platform, kadın kurtuluş mücadelesinde kendini merkez ilan eden hiçbir yeri dikkate almadı. Maddeci, toplumsal, ezilen kadınlar konumundan hareketle mücadelesini yürüttü. Özcü, kimlikçi, sembollere yönelen siyasetin tuzağına düşmedi. Bundan sonraki adımı ise, sade bir üyesi olarak Kadın Meclisleri’nin içinde yer almak oldu. Bu adım, temsilcisini oraya bir otorite olarak göndermek şeklinde tezahür etmedi kesinlikle. Bütün üyeleriyle o meclisin sade, bireye dayanan katılımcısı oldu. O meclislerde uzaktan gözlemlediğim kadarıyla bütün kararlar tartışılarak belirleniyor. Kimsenin söylediği esas alınmak zorunda değil. Kimse orada bir tartışma yaşanırken kolektif varlığını bir ağırlık etkisi olarak ileri süremiyor. Herkes ya da çoğunluk iknaysa ikna, değilse değil. Kararları “düzeltecek” hiçbir aşkın güç yok. Tıpkı Rusya’daki sovyetler gibi.
Katılmak için hiçbir önemli kolektif otoritenin görüşlerini kabul etmek zorunda değilsiniz. Bir kadın olarak kapıyı dahi çalmadan, kapıyı itip içeri giriyorsunuz. Kimseyi çok beğenmek, kimseyi çok takdir etmek, kimseye biat etmek, kimseden yetki almak zorunda değilsiniz. Söz-yetki-karar hakkı budur işte. İnsanlar böyle bir yere önemli politik işler yapılırsa gürül gürül akarlar. Zira öyle oluyor.
Demek ki olabiliyormuş. Söz-yetki-karar hakkının alanı, solun çok iddialı olmadığı bir boyuttan açıldı. Bu bir tesadüf değil. Ne diyelim, iyi ki sol bu konuda çok iddialı değilmiş.
Peki, sol bu türden olumlu gelişmeleri suskunluk kumkuması ve kayıtsız kalmak dışında nasıl bir eğilimsel davranışla ketliyor? Kendisinin siyasal irade olduğunu ve bunu da uygulamak zorunda kaldığını söyleyerek. Bir karar vermek gerek. Kitleler yani halk, söz-yetki-karar sahibi olacak mı, olmayacak mı? Bu prensip “ama siyasal irade sosyalist örgüttür” denilerek mülga edilemez. Edilecekse hepimiz bilelim.
Bu mülga edişin sonuçlarını şöyle anlatayım. En başta sadece sosyalist örgütün siyasal irade olduğu ve söz-yetki-karar hakkını kitlelerin yerine kullandığı ortamda, kitleler kalmaya gerek görmüyorlar. Basıp gidiyorlar ya da bunu sezdiklerinden, hiç gelmiyorlar. Bu da gayet normaldir. Konuşulamayan ya da konuşulanların hükmünün ve değerinin olmadığı bir ortamda bulunmaya devam etmemek konusunda, kitleler yerden göğe kadar haklıdır.
Biz de yazabiliriz
Kitleler, sıra neferleri, sade vatandaşlar, görünmeyen emektarlar, tevazu gösterenler zaten manipüle edilmeyi hak etmiş, önemsiz-değersiz varlıklar değildir. Halk işte onlardır. Uğruna ölümlere gidip geleceğimizi söylediklerimizdir. Biz sosyalistlerin hedefi, insanlar arasında eşitlik ve kardeşlik ilişkilerini kurmaktır. Ritsos’un dediği gibi:
ve ötekiler gülümseyip "böyle şiirleri
biz de yüzlerce yazabiliriz" diyecekler. Bizim de
----istediğimiz bu işte.
Çünkü şarkımız insanlardan ayrı sivrilmek için değil, kardeşim
insanları birleştirmek içindir şarkımız
Acı patlıcanı kırağı çalmaz. Biz devrimciler zaten halkımızın içindeyiz, kurulan meclislerin de içinde oranın bir sakini, bir yurttaşı olarak yer alacağız. Zihnimiz açık olursa, aklımıza iyi bir fikir gelirse bunu orada önereceğiz. Hem fikir vermeye hem de fikir almaya çalışacağız. Sovyet budur, meclis budur, komite budur.
Siyasal fikirle mi doluyuz, ele avuca sığmıyor muyuz? Bunu da göreceğiz. Tarih ve halk bizi tartacak. Öyle kendinden menkul yüksek fikirli oluvermek yok. Tartılmamak yok, ölçülmemek yok. Herkes boyunun ölçüsünü alacak. Yetenek her yerde kendini belli eder, halk takdir eder.
Kimsenin meraka düşmesine, “ön alma” telaşesi gerek yok. Ön alma değil siyasal tartışma ve tartılma arıyoruz. Sonra da aklımıza yatanları yapacağız. Ön alma davranışında sorun olan, diğer örgütün önünü almak değil. Kitlerin önünü almak, kitlelerin önünü kesiyor olmamaktır. Bu zaten ön alma telaşı ve köşe kapmacası içinde çok doğal bir sonuç olarak gerçekleşiyor. Bunu artık kanıksamış olmanın formülü ise sözüm ona “sosyalist bir hedef varsa, gerisi teferruattır” derin iç sesi. Ne var ki, kitleler teferruat değildir. Söz, yetki ve kararı elinde tutması gereken varlıklardır.
Eskiden zaten ölçülmüş müydü bazıları? Notu da iyi miydi? Ne ala o zaman, endişeye mahal yok. Ancak şunu bilmeliyiz ki eskiden teraziye girmiş olmak bütün zamanları kurtarmıyor. Devrimci mücadele her seferinde bir kez daha yapılan unvan maçıdır. Önceki maçlar kimseyi kurtarmaz.
Şunu demek istiyorum: Herkesin gözlerinin önünde tartışmak ve tartılmak esastır. Herkesin gözleri ondan sonra ne söylerse odur. Çünkü gözler yalan söylemez, subjektif olmaz.
“Sosyalist bir hedef varsa gerisi teferruattır” yaklaşımından daha beteri, “çok sevdiğimiz sosyalist bir abimiz varsa gerisi teferruattır” yaklaşımıdır. Her türlü idealizasyon yanlıştır ama hedef yerine, bir kişinin idealizasyonu en yanlış olanıdır. Başka her şeyi teferruat saymaya başladığımızda, bu subjektivizm bizi dönüp dolaşıp buraya getirebilir.
Şu an sol hedeften daha önemlisi, o sol hedefin hangi yöntemle gerçekleştirilmek üzere yola çıkıldığıdır. Eğer işin temelinde kitleler ve doğal olarak onların söz-yetki-karar hakkı yoksa o iş iyiye gitmez. Onun imkânı da bugün, ülkenin her ilinde ve ilçesinde hayata geçirilmeye çalışılacak meclislerdir. O meclisler, talimatları yerine getiren kurşun askerler değil; kendi beynine, kendi sinir sistemine, kendi ellerine, kendi ayaklarına sahip, canlı varlıklar olmalıdırlar.
Onlar zaten oluvermezler.
Onlar olmasa da halledemeyiz.
Onların önü alınmamalıdır.
Onlar teferruat değildir.