Kuşkusuz feminizm, özünde kadınların kendi çıkarlarının farkına varması ve bunun için mücadele etmesidir. Ama bu her sorunu her seferinde aynen hepimizin birey olarak yaşaması anlamına gelmez. Sahipleneceğimiz sorunun bizim başımıza gelmesi ya da gelebilir olması da gerekmez.
Politik mücadele aynı zamanda bir semboller sistemidir.
Bir toplumda belirli bir konjonktürde kadınların çıkarını sembolize eden ne var ise, buna ihtiyaç duyan kadınlar bize benzese de, benzemese de tüm kadınlar adına sembol o sorundur, sahiplenilir.
Tıpkı Türkiye’de önde gelen temel meselenin kadın cinayetleri gerçeği olması gibi.
Ancak o zaman kişi olarak “benim” çıkarıma değil, “tüm kadınların çıkarına” bir mücadele ortaya konulabilir, basit bir pragmatizmden çıkarak mücadelenin evrensel niteliğine adım atılabilir.
*
Tarihe kadınlar için dünya çapında bir günü; 8 Mart’ı kazandıran kadınlardan biri olan Kollantai şöyle demiş: “Birisi sadece kendisi için değil, başkaları için yazmalı. Uzaktaki ya da daha sonra yaşayacak kadınlar için”.
Bizde ise bir eğilim tam bunun tersine işliyor. Neredeyse yıllar önce 438. Maddeye, töre cinayetlerine ya da dayağa karşı mücadelelerden bu yana da böyle durum. Sadece kendisi ve kendisine benzeyen kadınların sorunlarını sahiplenmek yaygın. Hatta bir sorun ancak “bizim de başımıza gelebilir/gelebilirdi” filan diyerek sahiplenilebilir hale getirilebiliyor. Kadın cinayetleri için bile böyle oldu: yıllardır cinayetleri durdurmak için epeyce yalnız kalarak mücadele ettiğimiz yıllardan sonra, ortada çok somut bir olgu ve mücadelesi doğunca, mecburen kadın cinayetleriyle bağ kurmak zorunda kalan bu eğilim konuyu yine “bizim de başımıza gelebilir” şeklinde gündemine alabilmişti, izlediğim tartışmalardan hatırlıyorum. Oysa sahiplenmek için bizim başımıza gelmesi gerekmez. Yine hatırladığım kadarıyla sadece Stella Ovadia “bazı durumların bizim başımıza gelmesi zordur, gelmesi de gerekmez” demişti.
Oysa etik olan şey; yaşamadığımız belki yaşama ihtimalimizin de olmadığı acılara, kendinden bir başkasına sahip çıkmaktır.
*
“Başkasının acısına bakmak” sevilen bir kitaptı bir aralar. Bana göre bakmak yetmez, sahip çıkmak gerekir. Böyle yapılmıyor çünkü toplumdan uzaklaşan, toplumsallaşmayı dert edinmeyen bu tür bir feminizm bu “kendi arasında” olmaktan gayet memnun.
Tabi ki burada siyasal bir seçiş söz konusu; “biz sadece kendi adımıza konuşabiliriz, başka kadınlar adına konuşamayız” siyasetidir bu. Yani postmodernizmin ta kendisi.
Ve işin aslı, sadece kendi çıkarını savunmak, bunun için muhafazakarlaşmak küçük burjuvazinin temel bir eğilimidir. Bir küçük burjuvanın gericileşmesi böyle başlar; ona dokunmayan ile bir derdi yoktur, ona benzemeyen kadınlarla ne alakası vardır, herkes kendi adına konuşsundur, hele biraz daha zorlansa kendisi gibi kadınlar zaten sistem içinde de kurtulabilecektir.
Adları ne kadar farklı olsa da -“özcü”, “lobici”, “Müslüman”, “eşitlikçi”, hatta “radikal” ve “sosyalist”- hepsinin ortak bir özelliği; tanımladıkları ayrıcalığın her seferinde en yaman çelişkiyi; sınıf çelişkisini örtmek üzere kullanılması. Sistem karşıtı örgütlü bir mücadeleden kaçışın, kendini görevsizleştirmenin “radikal”, “mitolojik”, “inançlı” birçok yolu var işte günümüzde.
Sonuç olarak; Birincisi; kadınlarla erkekler arasındaki çelişki; sadece bize benzeyen kadınlarla, sadece kendi dünyamızda yaşayan bize benzeyen erkekler arasında değildir. Tüm kadınlar ile erkek egemenliğinin somut tüm biçimleri arasındadır.
İkincisi hayatımızda tek çelişki de bu değildir. Elbette kimlikler önemlidir; şimdiye kadar kendi ifadesini bulamayan tüm kimlikler gibi kadınlar da kimlik haklarına kavuşmalıdır. Ama kimlikleri gösterirken, sadece onları göstermenin neleri; ne yaman çelişkileri örttüğünü unutmadan.
Yani bütün insanlığın özlemlerini unutmadan. Emeği ile geçinen en büyük çoğunluğun, onları sömüren azınlık ile çelişkisi, en yaman çelişki olmaya devam ediyor hala.
Karşımızda iki ucu keskin bıçak var. Kadınların kurtuluşu da, her ikisi için de örgütlü mücadeleyle, iki başlı ejderhamızı yaratmak ile mümkün olacak.