“Bizden sonra gelecek bir kadın kuşağının yaşamını oy hakkı dilenmekle geçireceğini düşünmek dayanılmaz bir şeydi. Artık daha fazla bir şey kaybetmemeli, eyleme geçmeliydik.”

Kadınların oy hakkı mücadelesinde en önemli süfrajet örgütlerinden olan WSPU kurucusu olan Sylvia Pankhurst, 19. yüzyıl başında böyle söylüyordu.
Sonra gerçekten kadınlar öyle bir eyleme geçti ki, dünyaya yayılan büyük kadın eylemlerinin, açlık grevlerinin, oy hakkı uğruna ölümlerin ve sayısız girişimin ardından, bizlere o zamana kadar olmayan yepyeni bir dünya bıraktılar. Sylvia’nın, onun kadar mücadeleci olan yol arkadaşlarından bir farkı da vardı. Uzun bir sürece yayılan bu mücadelede erkeklerin sadece belli kadınlar için geçerli olacak oy hakkı teklifini asla kabul etmeyip, her yaştan ve her sınıftan kadın için direnen oydu. Kadınların bölünmesine izin vermediği gibi aslına bakarsanız süreci toplumsallaştırarak kazanımla sonuçlanmasını sağlayan da, emekçi kadınların oy hakkı mücadelesine dahil olarak büyük bir kuvvet taşımasıdır.
Sonunda olması gerektiği gibi tüm kadınlar tam olarak siyasal haklarını kazandı.
 
Dünya, kadınlar seçme seçilme hakkını kazandıktan sonra bir daha asla eskisi gibi olamazdı, olmadı.
Çünkü herhangi bir hak değil, ilk kez “eşit yurttaş” olmayı kazanmıştık.
Hiçbir zaman bütün büyük felsefecilerin bile kadın düşmanlığından geri durmayıp durmadan tekrarladığı gibi “doğaları gereği eksik varlıklar” değildik, biz bunu hep biliyorduk. Ama maalesef ki bu gerçeğin herkes tarafından tanınması yüzyıllarımızı aldı ve ancak yasalar karşısında oy hakkını kazandığımızda tam olarak erkekler kadar “insan” olmuştuk.
Çünkü seçmek herhangi bir fiil değildi; “akıl” kullanmak, muhakeme etmek, buna göre tercih yapmaktı.
Hayatta kan bağı gibi tesadüfi ya da fıtrat gibi doğuştan olmayan çok daha güçlü şeyler vardır.
İşte “seçmek” böyledir. Aklınızı ve emeğinizi katarsınız.
Uğruna ölümlere gidip gelmek bu yüzdendir, hiç boşuna değildir.
Ve kadınlar, dünyada ve kendi coğrafyamızda bu amansız mücadeleyle esas olarak oy hakkımızı kazandırdığı gibi tarihe açlık grevlerini, ölüm oruçlarını da kazandırdılar.
 
Türkiye’li kadınların bu siyasal haklarını kazandıkları 5 Aralık’ın yıldönümünde bu sene, rejimin değiştiği demokrasinin seçimin çok daha başka bir önem kazandığı bir ülke konjonktüründe, bu gerçekleri başka türlü kavradık.
Bu olağanüstü dönemde, her gün yeni gündemlere uyanır, haberlere yetişemez iken, içinde çok sayıda haklarla ilgili gün-takvim bulunduran Aralık ayı da başka türlü geçiyor. 10 Aralık İnsan hakları Gününü de her tür hak ihlalinin arttığı bir dönemde başka türlü konuşuyoruz.
Sanki bütün gündemler; haksızlık, hukuksuzluk, adalet mücadelesi, her şey birbirine bağlanıyor.
Nasıl bağlanıyor?
 
Çok zayıflamış dal gibi iki kadın, çok güçlü bağlıyor birbirine bütün hak hukuk adalet mücadelesini.  Nuriye Gülmen ve Esra Özakça’nın bu adaletsiz rejime karşı iş hakkı, ekmek için sürdürdüğü mücadele işte böyle bir derinlikten; tarihten geliyor.
Direnişleri doğrudan kadın hakları ve talepleri için olmasa da, iki kadın bütün toplumun temel hakları için hayatını ortaya koyuyor.
İşimizi geri istiyoruz diyerek eyleme başlayalı 399 gün, açlık başlayalı Nuriye için 278, Esra için 204 gün geçti.
Bu yüzlerce günün bir tekinde bile, aylar önce kurulmuş ve aslında onların eylemlerinin yarattığı toplumsal basınç ile faaliyetine başlayan İnceleme Komisyonu, bir karar alamadı. Hükümet vekillerinin akrabaları için hızla işe dönme kararı veren bu komisyon, hakkı için direnen eğitimcilerin bütün haklarını bir an bile kaybetmeden teslim etmek zorunda. Çünkü işine kavuşmak için ağaca çıkıp yalvarınca olan şeylerin, hayatını ortaya koyarak direnenler için olmaması asla açıklanamaz.
Nuriye ve Semih’i tutuklama gerekçesi olarak Tekel ve Gezi’yi göstermeye çalışmak ne kadar boşuna ve tam tersi etki yaratıyorsa, iktidarın sessizliği de tersi etki yaratıyor: onlar halkın gözünde her gün daha da haklı hale geliyor.  
Yüzyıl önce direnerek kazanan, aynen bu kadar haklı olan kadın hareketi gibi, Nuriye ve Esra da kazanacak.