Lenin, derleme yapılarak oluşturulmuş “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı”adlı kitabında yer alan bir makalede şöyle yazıyor:

“Likidatörlerin gazetesinden bay Semkovski'yi ele alalım.

‘Polonya proletaryası Rusya'nın bütün proleterleri ile birlikte ortak savaşı aynı devletin çerçevesi içinde vermek istemesine karşılık, Polonya toplumunun gerici sınıfları, bunun tersini, Polonya'nın Rusya'dan ayrılmasını isterlerse ve bunlar bir referandumda oyların çoğunluğunu sağlarlarsa... nasıl davranmalı? Biz, sosyal-demokratlar, merkezi parlamentoda, Polonyalı yoldaşlarımızla birlikte ayrılmaya karşı mı oy vermeliyiz, yoksa ulusların kaderlerini serbestçe tayin hakkını ihlal etmemek için oyumuzu ayrılmadan yana mı kullanmalıyız?’

Böylesine bönce, böylesine tedavisi olanaksız olan bir kafa karışıklığını yansıtan sorular sorulduğunda, gerçekten nasıl davranmalı?

Ulusların kaderlerini tayin hakkı, bay likidatör, bu sorunun merkezi parlamentoda değil, ayrılan azınlığın parlamentosunda, meclisinde ya da referandumunda karara bağlandığı anlamını taşır. Norveç (1905'te) İsveç'ten ayrıldığı zaman, buna karar veren tek başına (İsveç'in yarı büyüklüğünde olan) Norveç oldu.”

Ne dedi?

Dedi ki, zaten kaderinin ne olacağına karar verecek olan ‘azınlığın parlamentosu’ ya da ‘referandum kararı’dır. Yani, “oylama Rusya parlamentosunda yapılmayacağı için zaten senin oy kullanma imkanın yok” mantıksal sonucunu anlatmaya çalışıyor Semkovski’ye.

Şu an Barzani’nin başlattığı referandum sürecine ilişkin her devletin olumsuz görüş belirttiği söyleniyor ama bu durum hakkında Kürt halkının ne istediğini öğrenmek isteyen pek yok.

Adaletin bu mu dünya?

Ben Türkiye devleti ve bölgedeki diğer devletlerin yöneticilerinin böyle davranmalarını normal kabul ediyorum. Onlar zaten biz bu konuda adaletten, özgürlükten yana insanlarız demiyorlar. Kendisinden başka ulusların herhangi bir hakkı onlar için dikkate alınır bir husus değil.

Ben bu uzun alıntıyı asıl olarak sol cenahtaki arkadaşlar için yazdım. Yok öyle değildir, böyle değildir denilmesin diye de kelimesi kelimesine aktardım. Belki hiç dikkatlerini çekmemiş olabilir ama bence çok dikkate değer. Eğilip bükülüp çarpıtılması imkanı yok.

Lenin’i ölçü alan sol, Kürtlerin yapacağı referandumu ele alırken onun yazdıklarının mantığına ve ruhuna sadık kalmalıdır. Bunu hiç göremiyoruz. Sol Kürt halkına ne yapması gerektiğini anlatıp duruyor.

İzleyebildiğim kadarıyla Lenin, uluslar meselesinde bir süre bağlantı kurulmaması gereken bir odak olarak görülüyor. Uluslar meselesi geçildikten hemen sonra yine herkes çok Lenin taraftarı. Kısa bir süre bağlantı kopukluğu oluyor ama hiç sorun değil.

Bu tutumun biraz daha sofistike hali konuyu “aslında mutlak bir prensip olarak düşünemeyiz” sınırına vardırmak oluyor. İşin doğrusunu söylemek gerekirse ben, ulusların geleceklerine karar verebilmeleri prensibini mutlak değil de esnek ele alanlar arasında bulunmuyorum.

Bu kadar ezilen ulus varken, kendi coğrafyamızda halklar kan ağlıyorken bence kalkıp insanlara “senin durumunu ele alacağız ama hak sahibi olman çok kesin değil, duruma göre değişir” denilemez.

En başta bir devrimci kendi şanına yakıştıramaz bunu.

Ne demek “hakkın kesin değil” yahu?

Bence zaten ahlaken mümkün değil. Bu bir edebi esere yazılamaz. Böyle bir güzel film karesi çekilemez.

Bir sandalyeye oturup, gelen uluslara gülümseyerek“prensip zaten kesin değildi, uygulanabilme ihtimali vardı ama maalesef size uygulayamıyoruz” mu diyeceğiz?

Olmaz çünkü böyle konjonktürel bir ahlak olamaz.

Belki bazı soldan arkadaşlar o Lenin’in, Ekim Devrimi’nin konjonktürüymüş diyebilirler. O zaman bir sıkışıklık varmış, mecbur kalınmış diyebilirler ama çok yanılırlar. Şunu bilmelidirler ki ferah bir konjonktür yoktur. Her zaman diliminde mücadelenin sizi burun buruna getireceği zorluklar olacaktır. Bundan kaçınabileceğini sananlar tarih bilincinden yoksun olanlardır. Kimse Lenin’den ve Ekim Devrimi zamanlarından daha şanslı olabileceği vehmine kapılmasın. Tarih torununa şefkat gösteren tonton bir büyükbaba değildir. Köylüler toprakları işgal etmeden, uluslar haklarını alabileceğine güvenmeden devrim olmaz.

Ezilenlerin, sömürülenlerin güvenini kazanmak hiç de öyle kolay iş olarak görülemez. Onlar zaten bize hayran ve her dediğimize inanan konumunda olmaz her zaman. Onların güvenini kazanmak çok zahmetli bir tutarlılık gerektirir. Şuna emin olalım ki “tutarlılık” bir semt adı değildir.

Sosyalizmin ufku, açtığı bütün derin yaralarla birlikte işçilerin sömürülmesini yok etmek; ezilen ulusların her türlü baskıdan kurtulmasını sağlamak; kadınların erkeklerle eşitlik içinde yaşamasının koşullarını yaratmak; doğanın tahrip edilmesine bir son vermektir.

Devrimcilerin tarihe verdikleri söz budur ve bu sözlerini kesinlikle tutacaklardır.