Çeşitli konuları tartışıyoruz.
 
Şimdi tartışma eğiliminde olan solun büyük bir kısmı eskiden tartışmayı neredeyse ayıp bir şey sayardı. Tartışma yapmayı çoğunlukta olan grubun kafasını ütülemek olarak gören çoktu. “Şimdi bunu tartışmayalım ama çoğunluğun görüşü kabul edilsin” demek isterlerdi.
Bir tartışma söz konusu olursa gülerken ağzını kapatan insanlar gibi “polemik olarak anlaşılmasın ama…” demek gereği duyarlardı.
Polemik olsa, ne olurdu ki?
Adetimiz çürüsün, adetimiz buydu maalesef.
Tartışmak, tartışabilmek insan aklına önce bir saygı duymaktır. Gel gör ki insan aklı yenilmişti. Başka şeyler esas kabul edilir olmuştu o zamanlar.
Hele bir de “niyet okuması yapmayalım arkadaşlar” fırtınası vardı ki, evlere şenlik. Bunu en çok niyeti dikkatle okunması gerekenler söylerdi. İsterlerdi ki, ne anlatırlarsa anlatsınlar biz “tamam” diyelim. Onları hiç sorgulamayalım. 
Halbuki sorgulamamak bir yana, solculuğun esas yöntemi: sorgulamak, kuşku duymak ve analitik olmaya çalışmaktır herhalde.
Demin bahsettiğim klişe lafları hiç duymadım diyorsanız bütün sözlerimi geri alabilirim.
 
*
Efendim, neden sadece AKP karşıtı oluyoruz.
Kafana gaz kapsülü atan somut güç kimse ona karşı olman gerekir de ondan.
Bulutların üzerinde bir kapitalizm veyahut emperyalizm yoktur. Kapitalizm ve emperyalizm adına karşında duran güç AKP’dir. Kapitalizm ve emperyalizm amasız fakatsız AKP’dir.
Mücadelende başarılı olabilmek istiyorsan sadece AKP’ye yüklenmen gerekir.
Ana cephen odur.
Yok bu değilse, ne peki?
Eğer AKP değil de kitaplara mürekkeple yazılan kapitalizm ise yine de cevap, bu mücadele etmemek, cepheye gitmemek için dile getirilen bir palavradır. Çünkü bu bize bir savaş meydanı tanımlamaz. Savaş meydanı tanımlamayan siyasal fikirler de asla savaşamazlar.
Soyut kapitalizmle mücadele edeceğim türküsünü söyleyenler ancak “kapitalizm çok kötüdür” diye yazılar yazabilirler ancak.
Cevap eğer “kapitalizm kötüdür” ile yetinmek değil  de, “CHP’ye de karşı olmalıyız” mevzusu ise konuyu ele alalım.
Tayyip Erdoğan emirleri ben veriyorum dedikten ve tekrar emir verdikten sonra senin yanında CHP’liler de gaz saldırısına maruz kalıyorsa CHP’ye karşı olmak için uğraşmazsın. Gaz atma emrini verenle, gazı yiyenler aynı kabul edilmez.
CHP’nin, AKP’ye sadece prensipte karşı çıkıyor olduğu durumda bile, CHP ile karşı karşıya değil yan yana düşersin. Mantıksal sonuç budur.
1 Mayıs’ta polis bırakılıp CHP ile uğraşılmaz.
Barbaros Bulvarı’na gelmiş CHP’lilere “yanımızdan gidin”  denilmez.
Tayyip Erdoğan’ın emir verdiği polislerin karşısında kim duruyorsa, onlarla siyaset yapmak mutlak bir zorunluluktur.
Dövüştüğün kişinin yanındakileri azaltıp, kendi yanındakileri çoğaltmadan kazanamazsın. 
Polisin karşısında durmak, polisin karşısında duran herkesi aynı çizgiye yakınlaştırır.
Siyaset, karşı duran  tek bir insanı ya da politik eğilimi dahi ihmal etmeden AKP’ye karşı mücadele etmektir.
Her şeye ama her şeye rağmen CHP’ye de karşı olamaz mıyız?
Olabiliriz. Mesela CHP’liler “ben Ergenekon’un avukatıyım” derken olabilirdik. AKP dışındaki kuvvetlere karşı çıkabilmeyi çok isteyenler o vakit Ergenekon’a dilediği kadar karşı çıkabilirdi ama seslerini pek duyamadık.
Bir dahaki sefere mutlaka rica ediyoruz.
 
*
Başka hangi konu var?
Seçimlere girmek istemiyoruz.
Niye peki?
Birçok nedeni var.
Neler mesela?
Birincisi zaten başarısız oluyoruz.
Bunu dersek Nasrettin Hoca’nın karanlıkta kaybettiği anahtarı aydınlıkta aradığı duruma düşeriz.
Ne kadar karanlık olursa olsun anahtar kaybedilmiş olan yerde aramak zorundadır. Yoksa dostlar anahtar arayışında görsün gibi yapmış oluruz. Yıllardır yapılan da budur.
Yapılması gereken doğru işi başaramadıysan bunu yeniden denemen gerekir. Bırakıp avutucu işlere geçemezsin.
Savunduğumuz tez başarılı ya da başarısız olma meselesi değil de, seçimlere girmenin yanlışlığı ise bu da dikkate değerdir elbette ki. Bir toplumun neredeyse yüzde doksanı gidip oy kullanarak ülkeyi kimlerin yöneteceğini belirlerken, ben siyasetin başka bir konu olabileceğini düşünemiyorum.
Seçimlere katılmak insanların en yüksek düzeyde olmasa da, en politik davranışlarından biridir. Bunu hafife almaya kalkışmak komik kaçar. Eğer insanların duran insan eylemi gibi, ışıklarını yakıp söndürme eylemi gibi, tencere tava çalma eylemi gibi en küçük kıpırtılı eylemlerini bile önemsiyorsanız seçimlere katılmalarını da önemsersiniz.
İnsanlar cahil-cühela, kandırılan ve hep yanılsama içinde bulunan mahlukatlar değildir.
İnsanlar maddi hayattaki konumlarına ve gerçeklerine davranırlar.
Seçimlerde bu durum değişmez. Seçimlerin sonucu bu durumun sonucudur.
Toplum sola oy vermemişse son derece ciddiye alınması gereken bir gerçektir bu.
Ama kaçılmaya çalışılan bir gerçek değil düzeltilmesi gereken bir gerçek.
Seçimlerde başarısız olmuyor muşuz gibi yapılamaz.
Seçimlerde başarısız olmak halkı ikna edememiş olmak demektir. Konu da budur.
Halk ikna olmamış ise neyleyim köşkü neyleyim sarayı…
Yine de seçimlere katılmasak ne olur peki?
Halkın gündeminden bu vesileyle kopan sol kuvvetler daha fazla depolitize olurlar.
İş iyice panele, sempozyuma, şenliğe dökülür.
Piknik yapılır, kamp yapılır, konser yapılır ama siyaset yapılamaz.
Bir kısım solun istediği de tam tamına budur. Solculuk adına bunu yapmaktan yanadır ve bin yıl yapsa yine de yapmalara doyamaz.
Onlar artık politik bir akımın değil kültürel bir akımın neferleridir ve bu durumun lekesini her zaman mutlulukla taşırlar. Yani bu vaziyet bir felaket, bir yok oluş gibi görünmez onlara.
Neden böyle yaparlar?
Art niyetten değil. Uzun süren yenilgi yıllarında buna alıştıkları ve alıştıkları şey onlara daha kolay geldiği için.
Gezi Direnişi havadaki kara bulutları dağıtır hale gelince sadece olumsuz konuşmak yetmemeye başladı.
Kültür solculuğunun alanı daralırken, politika yapmanın imkanları yükseliyor.
Şu anki tartışma uğultusunun kaynağı budur.
 
*
Şimdi bazı arkadaşlar asıl olarak örgütlü mücadele veren devrimcileri yermek için söz sarf etmiş olsalar da, doğru bir yaklaşımı dile getiriyorlar. Yermek konusunda her zamanki gibi haksızlar ama bir prensibi savunmak açısından sonuna kadar haklılar.
Diyorlar ki, olan bitenin itirazına en sade bir şekilde iştirak etmek isteyenin kanalları sonuna kadar açık olmalıdır. İtirazın, protestonun, eylemin tonu hep en yüksekte tutulmaya çalışılırsa; genel olarak toplum bunun içinde yer alamaz.
Oysa ki, Gezi Direnişi esnasında insanlar herkesin katılabileceği tarzda eylem türleri yaratabilmişti.
Bilhassa Demir Küçükaydın arkadaşımız bunu etraflı bir şekilde anlatıyor.
Parkta çadır açmak, duran insan eylemi yapmak, saldırı anında geri çekilip tekrar dönmek, baret takıp kendini savunmak, merdivenleri boyamak bu niteliği taşıyan davranışlardı.
Bunlar muhteşemdi.
Düzeni değiştirebilmek büyük insan topluluklarının eseridir.
Büyük insan topluluklarının eylemini yaratabilmek için her çareye başvurmalıyız.
Gezi Direnişi’nin yıldönümünde yapılacak eylemler tamamen bu mantıkla tasarlanmalıdır.
İnsanlar forumlarda hiçbir protokole ihtiyaç olmadan katılıp, elini kaldırıp konuşabilmeli.
Yapacağı işin, eylemin kararını alabilmeli.
Kimse foruma katılanlara “sunuş” yapmamalı. Herkesin söz kullanma konumu ve söz kullanma süresi eşit olmalıdır. Bu mimar, mühendis ve şehir planlamacıları için de geçerli. Ne yapılacağına uzmanlar değil bütün katılımcı insanlar karar verir çünkü.
Forumlar bilgi verme başlığı altıda siyasete aktif katılma ihtimali olan insanların tekrar pasif dinleyiciler konumuna itildiği yerler olmamalı. İnsanlar panel dinlemek isteseler zaten kültür merkezlerine koşarlardı.
Forumlar insanların şahsen, hiçbir aracı olmamaksızın  politika konuşabildiği yerler olarak düşünülmelidir.
Forumlarda doğrudan kendisi söz alan ve karar sürecine katılan insanlar, eylemlere de büyük bir kuvvetle katılacaklardır.
Halkın eylemlere sahip çıkabilmesi isteniyorsa, sözüne söylemesinin önünde hiçbir engel olmamalıdır.
Karar da onlarındır, eylem de.