Evet, kadınların başına her gün olmadık felaketler geliyor. Çocuklarının gözleri önünde öldürülmekten, çocuklarıyla birlikte öldürülmeye varan cinayetler işleniyor. Hemen her gün, kamusal bir alanda, herhangi bir bahane ile kadınlar saldırıya uğruyor.

Evet, ancak tasarlanmış bir felaket filminde olabilecekler, hayatımızın gerçekleri olarak yaşanıyor.

Peki hayat sadece bunlardan mı ibaret?

Hayır, değil. Bambaşka bir şeyler daha oluyor: Başımıza gelen bütün bu şeyler kadınları pes ettirmiyor. Saldırıların hedefinde olduğu gibi kadınları teslim olmaya değil, tam tersine daha mücadeleci olmaya doğru değiştiriyor.

Bu değişimi, yıllardır kendi hayatına karar verme hakkından vazgeçmeyen kadınların, örneğin her şeyi göze alarak boşanmaya çalışmasından, biliyoruz. Kadınların artık daha mücadeleci hale gelmesinden, milyonlarca kadının adalet istemesinden,  hak arayan kadınların OHAL koşullarına, baskılara rağmen eylemlere, direnişine devam etmesinden, kadın örgütlerine katılımın artmasından, özellikle genç kuşakların kadın hareketine ilgisinin artmasından ve haklarını savunmak için hiçbir zaman sessiz kalmamasından biliyoruz.

Birçok zorluğa göğüs gererek erkeklerin var olduğu alanlarda başarı kazanan kadınlardan ya da erkeklerin baskısından kurtulup hayatını kuranlardan, mesela kıskanç kocasından boşanıp dünyayı dolaşan Ayşe Teyzelerden de, biliyoruz.  

Sadece Türkiye’de değil, dünyada da süren kıran kırana mücadelemizden biliyoruz.  IŞİD’in elinde kaçmasın diye bacağından vurulduğu halde yine de kaçıp kurtulabilenlerden, müziğe vurgun bir genç kızın Afganistan şartlarında bile dünyaca ünlü Rap şarkıcısı olabilmesinden biliyoruz. İranlı kadınların örtü eylemlerinden, Suudi kadınların tutuklanmayı göze alarak yine de araba kullanmasından biliyoruz. Arjantin’de, Amerika’da, Polonya’da meydanları dolduran milyonlardan,  Hindistan’da cinsel şiddetten Rusya’da Putin’den hesap soran kadınlardan biliyoruz.

Kadın düşmanlığına dayanan otoriter rejimlerin hedefi kadınları susturmak olduğu halde tam tersine bambaşka direniş örnekleri yarattığını biliyoruz.

Şaşırtıcı ama gerçek bu. Durduk yere de olmuyor, arkasında hem bugünün dünyevi gerçekleri hem de tarihin birikimi var. 

Bizi Ortaçağ’da engizisyon bile susturamadı, şimdi bu yüzyılda o günün koşullarına göre mücadele için birçok farklı imkana sahipken neden susalım?

*

Kadınların hayatlarına karışılmasına karşı kendi kararlarını inatla daha çok sahiplenerek cevap vermesinin Türkiye’de şu anda çok canlı bir örneği var. 

Günlük hayatta her gün kamusal alanlarda sürekli kadınların kıyafetlerine karışılıyor. Ayşegül Terzi’ye “şort” bahane edilerek atılan tekmenin cezasız bırakılması sonucunda,  saldırılar devam etti,  artık kadınların yanında şort giyen erkeklere de yapılır oldu.

Giysilerin “tahrik ettiği” bahanesi ile yapılan ve hem “kadınları” hem de modern “yaşam tarzını” hedef alan bu saldırılarda Ayşegül Terzi bir ilkti. Sonra sadece şort değil, “açık giyinme” diye bilinen seçimlere de değil,  kadınların göz önünde, hayatın içinde olmasına karşı bir saldırı altında olduğumuzu gördük. Ebru Tireli, “şort” giymemişti ama bu sefer bir kadın “parkta” olması bahane edilerek saldırıya uğruyordu.  Kadınlara ayrı vagon, ayrı otobüs denemeleri de bunun tersinden başka örnekleridir.

Sorun ne sadece “kıyafet”, ne sadece “tahrik” ne de sadece “açık giyinen kadınlardı”.

İstisnasız tüm kadınların üzerine gelen, susturmak ve görünmez kılmak için bir karabasan geliyordu.

Sorun onunla ne yapacağımızdı. Hep olduğu gibi üç seçenek vardı; 

1. Teslim olmak; tarihte hiçbir zaman kadınlar tamamen teslim alınamadı, en ağır koşullarda bile feminizmi, eşit hayat arayışını öldüremediler, bu imkansız seçenektir.

2. Teslim oluyormuş gibi yapıp idare etmek; feminist literatürde “patriyarkal pazarlık” dediğimiz bu yol, kadınları kurtarmaz, kısa vadeli korunma sağlayabilir ama uzun vadede hiç dokunmadığı eşitsizlikleri daha da derinleştirerek bize kaybettirir.  Mecbur kalınca denendiğinde de dikkatli olmak gereken bu yol şu anda çok revaçta değil gibi.

 

3. Son seçenek çok açık; ucunda özgürlük görünen tek yol, açıkça asla teslim olmayacağız demek, direnmek.

Ne iyi ki, şu anda Türkiyeli kadınlar, seçimini direnişten yana yaptı görünüyor. Kutlu olsun.

Kadınlar saldırıya uğradığında sessiz kalmıyor. Son dönemde kıyafetlerine karışılanlar; Melisa elinden geleni yapıyor, Eminönü’nde Canan ve onu asla yalnız bırakmayan Dilber Abla, bir kadına karışmaya hiç haddi olmayanlara derslerini veriyorlar. Arkalarında da büyük bir toplumsal destek görüyorlar.

Elbette, bu vahim gidişat ve yaşam tarzına saldırılar karşısında kadınlar doğal olarak ürküp çekinebiliyor, giyim tarzına “ona göre dikkat etmeye”  çalışabiliyor. Ama önemli bir oranda kadın da inadına istediği gibi giyinmeye, bu konuyu bir direniş alanına çevirmeye kararlı. “Kıyafetime karışamazsın” diyor, başına bir şey gelirse sessiz kalmıyor,  başkasının başına bir şey gelirse asla yalnız bırakmıyor, eşit biçimde hayatın içinde olmak için daha çok mücadeleci hale geliyor.

Hatırlarsınız; Ayşegül davasında, bizi tekmenin öfkelendirdiği kadar derinden etkileyen bir şey olmuştu.  Duruşma sırasında Ayşegül’ün kendini “kucağımda poşet vardı, bacaklarım kapalıydı” demek zorunda hissetmesiydi bu.  Ardından Ebru da “üzerimde kalın mont vardı” diye kıyafetlerini açıklamaya çalışıyordu ya, işte tam bu nokta tüm kadınların içini yaktı. Ayşegül ve Ebru’nun bir suçu yoktu, ilk tecrübelerimizi yaşıyorduk, şaşkındık. Ama işte onların şaşkınlıkla ettiği bu sözler bir gerçeği açığa çıkardı, bambaşka bir bilinç oluşturdu.

 İşte esas mesele buydu; direnç noktası buydu, o noktada durmalı,  direnmeliydik. Bu iki deneyimde de yükselen tepkiler sonra hep bu nirengi noktasını da içerdi;  “bacaklarımız açık da olabilirdi” dedik, “istediğimiz gibi giyiniriz, istediğimiz saatte istediğimiz yerde oluruz” dedik.  “Özgürlüğümüzden vazgeçmeyeceğiz, pes etmek yok” dedik.

Çok doğru dedik çünkü eğer bırakırsak tıpkı şiddet gibi devamı gelir, bunun sonu yoktur. Erkeklerin öne sürdükleri “tahrik olma” bahanesinin de sonu yok ve mesele bu değil. Neyden tahrik olunacağı psikanalitik olarak kişiye göre değişir, herkes her şeyden tahrik olabilir. Bazıları için kapalı giyinmek de tahrik edici olabilir, bütün bunlar bir başka yazının konusu. Mesele tahrik olan herkesin her şeyi yapma hakkının olmamasıdır. Medeniyet diye bir şey var, kontrol diye bir şey var, 21. yüzyıla gelmişiz,  belirli bir hukuk ile yaşıyoruz. 

Sonuçta her dünya görüşünden kadını kapsayan asıl mesele, Eminönü’nde kıyafetine karışılmasına sessiz kalmayan Canan arkadaşımızın söylediği gibi; kadınların “bir et parçası” olmamasıdır.

O gün Eminönü’nde bir kadının kıyafetine karışılmasına sessiz kalmayan, kadın dayanışmasıyla cevap veren haklı mücadelenin tüm kadınlara tüm topluma yayılmasıdır önümüzdeki mesele.