Referandum sonrasında iki ayrı sonuca ulaşma şeklinde yorumlar var. Birinci yorum bir diktatörlük tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu, bu tehlikeye karşı bütün güçlerle genel bir demokrasi mücadelesi vermemiz gerektiğini söylüyor.
İkinci yorum kendi içinde farklılıklara sahip. Tehlike büyüktür, diyenler de var; büyük değildir, diyenler de. İkinci türde yorum yapanlar, tehlikenin düzeyini tanımladıktan sonra farklı politik temaları esas alarak mücadele edilmesi gerektiğini söylüyorlar. Bunlardan birincisi bütün anti-demokratik düzenlemelerden sonra iktidarın işçi sınıfının hali hazırdaki kazanımlarına rahatça saldıracağını söylüyor. İşçi sınıfı kendisine yönelik bu saldırılara, örneğin kıdem tazminatının kaldırılmasına karşı çıkarak bir mücadele ortaya koyabilir, değerlendirmesi yapılıyor.
İkinci yorum grubundaki ikinci kategori ise, tehlikeye karşı barış teması öne çıkarılarak mücadele edilebilir, çıkarsamasını yapıyor.
İkinci yorum grubundaki üçüncü kategori ise, tehlikeye karşı “yerel sorunlar” teması öne çıkarılarak mücadele edilebilir, diyor.
İşçi hakları, barış ve yerellik temalarını savunanlar arasında, yani ikinci grup yorumcular arasında, asla hummalı bir tartışma yok. Birbirlerinden son derece farklı çözüm temalarını savunuyor olsalar da durum bu. Mutlak motivasyonları bütünsel demokrasi mücadelesini savunuyor olan birinci grup yorumcularla tartışmak. Ben bunu onlardaki sorunun ilk belirtisi olarak görüyorum.
Neden birbirleriyle hiç sürtüşmüyorlar peki? Çünkü hepsi ortak olarak kullandıkları yöntemi meşrulaştırıyor ve güçlendiriyor. Hepsi bütünün bir parçasıyla çözüme gitmeye çalışma yöntemini benimsiyor. Bu yöntem itibarıyla birbirlerine diyebilecek tek kelimeleri yok. Tencere dibin kara, seninki benden kara. O nedenle birbirlerinin kılına dahi dokunmuyorlar.
İkinci grup yorumcuların hepsi “nerede kalmıştık?” diyor. Bu konuda da aralarında hiçbir fark yok. Hepsi Niğde’den gelmişlerdi bir ara ortak meseleye doğru. Şimdi çoktan döndüler Niğde’ye. Alıştıkları Niğde’de, alıştıkları işleri yapmak eğilimindeler. Onlara Niğde dışında bir durumdan söz edildiğinde memnun olmuyorlar. Referandumdan önce nerede kaldılarsa oradan devam etmek düşüncesindeler. Referandum sürecinin kendi rotalarını bozduğunu düşünüyorlar. Şimdi referandum sürecinin karışıklığından kurtulup sadeleşecekler. Referandum sonunda yüzde elli oyu aşmış olmamız bile onlar için çok olumlu değil.
Aslına bakılırsa 7 Haziran’da HDP’nin aldığı yüzde 13 oyun da önemli bir başarı kabul edilmemesi mümkündür. Neden? Çünkü; Selahattin Demirtaş HDP grup toplantısında çıkıp, işçi hakları, barış ya da yereller demeyip “seni başkan yaptırmayacağız” demiştir. Bu da onların, yani ikinci grup yorumcuların kafasına yatmaz.
Gelgelelim öyle oldu ve tarihimizde görülmemiş bir oy oranı yakaladık. Benzer bir biçimde Cumhurbaşkanlığı seçiminde yakalanan %9,8’lik oy da 7 Haziran’ı önceleyen bir başarıydı ama konu işçi hakları, barış ve yerellik değildi. Konu muhtarlık seçimlerine övgüler düzmeye hiç yer vermiyordu. Demirtaş bütün toplumun iyiliği adına konuştu, onun adına bir politik program ileri sürdü ve başardı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde başka türlü davranmak zaten mümkün değildi.
Türkiye’de bütünsel demokrasi hedefiyle yürütülen mücadeleler başarılı oldu ama tek bir boyutu dikkate alan, parçasal mücadeleler bunun yanından bile geçemedi. Somut, apaçık gerçek budur. Totalite mücadeleyi yükseltti ama kısmi yaklaşımlar bunu hep geriye düşürdü. Yenilgi yıllarının tam tamına problemi buydu. Kısmiliğin kalesine kaçanlar hep yenildi.
Bütünsel demokrasi mücadelesi ile tek bir parça üzerinden mücadele yürütmek arasında böylesine bir fark var. Sol felsefi olarak prestijini ve özgüvenini yitirmişken tartışmayı bütünsellik lehine sonuçlandırmak çok zor. Buna rağmen bütünselliğin olumlu sonuçlar veren örneklerini rahatça dile getirebiliriz.
Diktatörlük tehlikesine bütünsel mücadele perspektifiyle bakılmadığı zaman çeşitli düzeylerde aksaklıklar ortaya çıkıyor. Genel toplumsal örgütlü oluşu sağlayacak örgütlenme formlarına uzak durulması, bunun en başta geleni. En sıradan panelleri, imza toplama metinlerini, basın açıklamalarını ciddiye alan demokrasi çevreleri örneğin Hayır Meclisleri’ni önemli bulmuyor. Tanımladığı bütünsel bir sorunu yok, o nedenle bütünleştirici bir örgüte de ihtiyacı yok. İlk handikap bu.
İkinci olarak sol çevreler kendi örgütlenmelerini yapıyor olmayı yeterli sayıyor. Hatta bunun da ötesine giderek bir meclis örgütlenmesiyle kendi örgütlenmesini karşıtlık içinde görüyor. Sola göre, eğer meclisler gelişirse kendi örgütlerine katılım azalır. O nedenle ne yapıp edip meclis tarzı örgütlenmeye engel olmalıdırlar. Zaten öyle yapıyorlar.
Eğer çok zorda kalınırsa, kabul edilebilen meclis türü sadece kurşun asker gibi bildiri dağıtan ama siyasal alanda hiçbir üretimi olmayan bir meclistir. Sola göre, meclis dediğin “iş yapmalıdır iş”. Siyaseti derin örgütler düşünür ve meclislere deklare eder. Meclisler için “söz, yetki, karar, iktidar halka” prensibi çoktan unutulmuştur. Meclislerin söz, yetki, karar hakkı yoktur; bildiri dağıtma, afiş yapıştırma görevi vardır.
Sola göre, bir meclis kaçınılmaz olarak kurulacaksa sadece o ilçenin kendine özgü sorunlarıyla ilgilenmelidir. Bu durumda doğal olarak diğer ilçelerle bağlantı kurması gerekmez. Bir ilçedeki meclis çok genel bir sorunla ilgileniyor olsa dahi bunu diğer ilçelerle görüşmesi gerekmez. Meclis dediğin, kendi içine kapanır ve sadece bildiri dağıtır. Ayaklar baş olmaya kalkışmamalıdır.
Biz bu solla birlikteyiz işte. Bu solla meclis kurulamaz. Bu sola rağmen kurulabilir. Solun büyük bir kısmı meclislerin içinde yer almaz, yer alırsa da onu akamete uğratmak için yer alır. Her aşamada ortak karar mekanizmaları yaratmasını engeller. Meclisi diğer politik örgütlerle eşit gösterir.
Ekim Devrimi’ne giden süreçte böyle miydi? Değildi. “Sovyetler yani meclisler gerekmez çünkü zaten Bolşeviklerin örgüt şubeleri mevcuttur” diyen var mıydı? Yoktu. Narodnikler çok güçlü o nedenle eylem yaparken Narodnikler ve Sovyetler adını kullanalım diyen var mıydı? Yoktu. Sovyetler sadece bildiri dağıtsın ama siyasal hedef belirlemek üzere kongre yapmasın diyen var mıydı? Yoktu. Ne var ki, bugün bu ülkede sürekli bunları diyebilen bir sol var.
O halde yoldaşlarımıza bu çelişkiyi anlatmalıyız, hatırlatmalıyız.
Bütünsel demokrasi mücadelesi hedefi yoksa bütünsel halk örgütlenmelerine de gerek olmaz.
Durumun farkında olanlar her ikisini de yaratmak üzere yola çıkmalıdır.