Tam, bu yılın tarihselliğine yaraşır bir 8 Mart’ı coşkuyla geride bıraktık ki, ülkemizde “kadından” da sorumlu “Aile Bakanı” üzerinden Hollanda krizi gündeme oturdu. Ama “Uluslararası Kadın Grevi” ile dünya çapında gerçekleştirdiğimiz büyük buluşma, yaratılan bu berbat uluslararası gündemle bile örtülemez. Çünkü kadınların 8 Mart’ta iyi bir iş başarması gerçek, Avrupa ile yaşanan kriz yalandır.

8 Mart yaklaşırken referandum gölgesinde kalmayıp, onu aydınlatacağız, tüm dünya kadınlarıyla buluşacağız demiştik. Kadın hareketi verdiği sözü tuttu; görevini yerine getirdi; hem dünya çapında hem de Türkiye sathında –üstelik OHAL koşullarında - belki de 2000 Dünya Kadın Yürüyüşü’nden itibaren en kuvvetli 8 Mart kutlamalarını yaşadık. Uluslararası Kadın Grevi bayrağı, dünyada nasıl en az elli ülkede kadınların elinde dalgalandı ise, Türkiye’de de en az elli ilde dalgalandı.

Gönül isterdi ki, Türkiye’de emek örgütleri iş bırakma anlamında gerçek grev kararı alabilsin. Ama OHAL koşullarının bu olanaksızlığını bile, kadınların içinde bulunduğu koşullar bir tür greve çevirebildi: Kadınların emek harcadığı o kadar çok çeşitli iş vardı ki bu dünyada, birinden birini aksatmak bile önemliydi. Nitekim sadece sokakları dolduran, grev bayrağıyla dünyayı selamlayan direnen kadınlar değil, evlerinin içinde, mutfaklarda ve işyerlerinde sayısını bilemediğimiz milyonlarca kadın, gündelik işlerin birinden birini yapmadı, o gün işlerden elini çekti, greve ses verdi.

Bu arada Dünya Kadınlar Günü, elbette hem kadınların özgürlük mücadelesi için kaybettiklerimizi anma, hem kazanılmış zaferlerimiz için kutlama, hem de kadınlar tümüyle kurtulana kadar mücadele için ant içme günüdür. Bugün bir erkek yazarın feminizme beddua ederek anlattığı gibi sadece anma günü değildir. Kaldı ki sadece bir anma günü olsaydı bile, onun anlattığı gibi sadece yüzyıl başında yanarak ölen kadın işçi kardeşlerimizi değil, bu sene, geçen sene ve mücadele tarihimiz boyunca yitirdiğimiz tüm kadınları anarız. Sadece biz kadınlara ait olan, sadece yılın bir tek gününü alan 8 Mart’ı, nasıl kutlayacağımıza, kimleri nasıl anacağımıza da sadece biz kadınlar karar veririz. Çünkü kibritin yanan ucu biziz, yakan taraf erkekler.

Bununla beraber herkesin cinsiyetinden bağımsız olarak, feminizme dair fikir söyleme hatta hakaret etme özgürlüğü bile olabilir. Ama bunun ne zaman ifade özgürlüğü, ne zaman “kadınlara sürekli ne yapmaları gerektiğini üstünlük taslayarak anlatan erkek sendromu” anlamına geldiğine bir karar vermeliyiz. Eğer dünya kadın hareketinin, dünya çapında yükselen bir kadın düşmanlığına karşı ciddi bir mücadeleye girdiği ve zorlu şartlara rağmen iyi direndiği bir konjonktürde feminizmle uğraşırsanız, bu çok da dostça kabul edilemez. 

Kadınlar istedikleri taleplerle, istedikleri radikallikte cinsel haklarını savunarak yürüyebilirler. Bu sağcı muhafazakar iklimde bize radikallik de lazım, geniş toplumsal örgütlenmeler de. Ayşe Teyzeler de lazım, Madonna’lar da. Elbette illa politik içerik lazım. Kadın düşmanlarına karşı farklı sözler de lazım, hepimizin birlikte savuracağı okun sivri ucu olacak politik sözler de lazım. Çünkü biz kadınlar çiçek olmadığımız gibi, sadece şarkı, düdük sesi, duygu, müzik, zılgıt da değiliz ve hiç şüphesiz politik ortak sözlerimizi de akıllarımızı ortaklaştırarak bulabiliriz. Bu bakımdan Uluslararası Kadın Grevi’nin Manifestosu da, kapsayıcı politik içeriğiyle yol gösterici sayılabilir. Metnin bir güne değil, tüm yıla yayılan ışığıyla mücadeleye devam…

*

Elbette mücadele, tüm kadınları kapsar. Bu bakımdan Aile Bakanı ya da hiçbir kadın “bir kadın olarak” zarar görmemeli; yani cinsiyeti nedeniyle;  “kadın” olduğu için haksızlığa uğramamalıdır. Bu cinsiyetçiliktir, kadına yönelik şiddettir, kınanır. Fakat bakanın Hollanda kapısında yaşadıklarına gelirsek; aynı ülke Türkiyeli erkek yöneticilere de aynı şekilde “gelme” demiş olduğu için, istenmemesinin cinsiyetine yönelik olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Bu sefer diğer erkek yöneticilerin; Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın denemediği bir işi, bir kadın bakan neden denedi? sorusu ortaya çıkıyor… Eğer olaylar böyle seyretmeseydi, haklı bir dava peşinde olsaydı ve bugün Cumhurbaşkanı’nı duymamış olsaydık kendisini cesur da bulabilirdik. Ama olayların akışı, tüm uyarılara rağmen, kendi çıkardıkları yasaya da uymayarak oraya bilerek gidilmesi ve Erdoğan’ın “telefonum durmadı, sürekli aradım. Fatma Betül kardeşime ‘sürekli arayacaksın’ dedim ” sözleri olayı bizzat Cumhurbaşkanı’nın takip ettiğini ortaya koyuyor.  

Gerçekten acı bir gece. Başka bir ülkede yasal olmayan bir yolla illa ki toplantı yapmaya çalışmak ve bu tuhaf “seferi” bizzat Cumhurbaşkanı’nın yönetmesi… Acı olan, kendi ülkesinde kadınlar yasalarda yer alan haklarını kullanmak istediklerinde bile öldürülüyorken, bu aynı bakanın buna hiç ses çıkarmamış olması. Onun yaptığı bu hareketi Türkiye’den herhangi bir kadın yapsa ne diyebileceklerini duyar gibiyim; “orada ne işi vardı?“ değil mi? Memleketimizde kadınlar hukukta yazan haklarını bile yaşayamaz iken, bir de hukuk dışı bir konuyu zorlasak, bu aynı kişilerce kim bilir nasıl suçlanıp yargılanırız? Bakanın yasada yer alan sorumluluklarına rağmen kadın cinayetlerinde, çocuk istismarında, toplumun canına tak eden sorunlarda göremediğimiz iradesini “gerekirse arabada ölürüm” diye o gece kendi ikbali için ortaya koyması da bir o kadar hicap verici.

Hollanda krizinin, referandumda bir türlü garantilenemeyen “evet” oylarını artırmak için yeni bir 15 Temmuz yaratmaya çalışması olduğu şüpheliydi, böyle olduğu bir gün içine kanıtlandı. Cumhurbaşkanının Aile Bakanından kahraman yaratma çabası ve kendi ağzıyla tıpkı “Allahın lütfu” sözü gibi;  “15 Temmuz gibi hissettim” demesi de bunun bir kanıtı. Bence 15 Temmuz’un gerçek kadın kahramanları için de acı ama artık onlar da kendileri düşünsün, buna göre oy kullansınlar. Kadınlar için kılını kıpırdatmayan kadın bakanın sadece ikbali için böyle bir irade göstermesi, bir cumhurbaşkanının yabancı bir ülke polisine “goril” demesi, bir Dışişleri bakanının bir başbakana “sen nasıl bir lalesin?” diye hitap etmesi ve yaşadığımız her sorunun tüm dünya alemin biz Türkiye’yi kıskanmasına bağlanması, kendilerine nasıl etki ediyor bir kere düşünsünler… Kadınların “kıskançlık” bahanesi ile canından olduğu bu memlekette, yaşadığımız sorunların sürekli Türkiye’nin güçlenmesini kıskananlarla açıklanmasına da artık yeter desinler.

Hem tam olarak bizim neyimizi kıskanıyorlar? Geçmek istemediğimiz sadece Cengiz İnşaat’in işine yarayan yeni köprüleri mi? Her gün artan kadın cinayetlerini, kadın işsizliğini mi? Ekonominin kötüye gidişini, kadın erkek eşitliğinde giderek geriye düşmemizi; Suudi Arabistan’ın bile gerisinde çaba göstermemizi mi? Sürekli kandırılan yöneticileri, giderek gerileyen eğitim sistemini, çocukları göndermek için imam hatipten başka bulamadığımız okulları mı? O cemaat okullarında çocuklarımızın uğradıkları istismarları, yanarak can vermelerini mi? Neyimizi kıskanıyor bu “dış mihraklar” bizim? 

Sonuçta, Meclis’te kıra döke geçirdikleri paketin oylanacağı zaman yaklaştıkça bu sefer dünyayı kırıp dökmeye başladılar. Ama ne Meclis, ne 1 Kasım seçimleri, ne de “Allahın lütfu” sürekli aynı şekilde gerçekleşmeyecek. Her seferinde tutmaz.