Toplumun çoğunluğunun referandumda karar vermesi gerekenin ne olduğunu anlamamış olması çok normal. Hatta herhalde son süreçte yaşadıklarımız içinde en “normal” olgu budur. Çünkü savunanların “partili cumhurbaşkanlığı”, “Türk tipi başkanlık”, “yeni anayasa”, “vesayeti ortadan kaldıran değişim”, “yeni bir hükümet sistemi” gibi her seferinde farklı adlandırdıkları “tek adam rejimi” isteyenlerin bir dediği bir dediğini tutmuyor. Gerekçeler zayıf ve çelişkili. Aslına bakarsanız, biz Suriye’yi değiştireceğiz derken bizi Suriye, Lübnan ya da herhangi bir Ortadoğu ülkesi yapacak olan bu teklifin gerçek yüzü tam olarak anlaşılırsa cumhurbaşkanı ve Mecliste oy veren vekillerden başka savunanı da kalmayabilir. Sürecin zora dayalı biçimde, kıra döke ve hızla ilerlemesi de bundan.
“Evet” i savunmak, “Hayır” ı savunmaktan daha zor ve AKP zorlanıyor. Bu defa AKP’nin sandık siyasetini muhalefetin eleştirilerine göre kurması bile bunun göstergesi. “Türkiye’yi seviyorum, evet diyorum” sloganı ile açıklanan maddelerde öne çıkan konular şöyle:
-Rejim değil sistem değişiyor diyorlar ama öyle olsa bile bunun bir önemi yok, farkı da yok. Zaten tek adam tek adamdır, Türkiye değildir. Tüm Türkiye’nin hayatını belirleyen kurallar ve yönetimi: yasama-yürütme–yargı tek adama mı bağlanıyor, meşru ve demokratik meclise mi? %100 her konuda, %100 herkesin tek bir adam ile yönetilmesi ancak o adamın %100 oy aldığı fantastik bir düzey gerektirir. İşte sistem değiştiriyoruz dedikleri “Partili Cumhurbaşkanlığı” bu derece ucube bir teklif. O halde nasıl olup da ciddi ciddi savunulabiliyor? Mesele de bu zaten; konunun gerektirdiği ciddiyetle ve güçlü bir inandırıcılıkla savunulamıyor. Mesela “rejim değişmiyor” ise, neden AKP’li vekiller “100 yıllık prangadan kurtulacağız” diye görüş bildiriyor? 100 yıl önce rejim demokrasi miydi? Biraz ciddi konuşsunlar hiç değilse, bu kadar gayri ciddi olunamaz.
-Sıklıkla karar alma süreçlerinde hız konusunu öne çıkarıyorlar. Oysa “anayasa” mantığının kendisi: 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, “Hakların güvence altına alınmadığı ve kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumda anayasa da yoktur” der. Şimdi bizi, en azından 2017’den 228 yıl öncesindeki yıllara kadar geri götürecek bir düzene geçmeyi, bu derece zaman kaybını, hızlı karar alacağız diye savunmanın tuhaflığını da bir yana bırakalım. Bu hız meselesinin, 7 Haziran seçim sonuçlarını hiçe sayıp hepimize çok kritik zamanlar kaybettirirken hiç akla gelmemesi de ayrı bir konu. Diyelim bu da öyle olsun ama asıl soru şu: Bu kadar çok katmanlı sorunumuz var iken çok hızlı karar almak iyi bir şey mi? Yine çelişkili biçimde "İçinde bulunduğumuz zor dönemeçte acele etmemiz gerek" diyorlar. Oysa zor ve hassas dönemler “tek adamın hızla karar almasını” değil, tam tersine akıl akıldan üstün olduğu için ortak akılla, sakin, sağduyulu kararlar almayı gerektirir. Hele de son yıllarımızı tek kişinin, tek görüşün aldığı kararların ağır bedellerini ödemekle geçiriyorken. Darbe deneyen cemaatin kandırmasından Rus uçağı düşürmeye kadar, onlarca örnek verilebilir. Örnek yerine “acele” konusunda halkımızın bulduğu çok açıklayıcı özlü sözlerini hatırlamak belki daha faydalı olur. “Evet” diyecek olanlar, halk deyimleri ışığında bu “acele” işleri bir düşünsünler. “Acele işe şeytan karışır”, “acele giden…” gibi ilk akla gelen yaygın olanlarla değil. Sadece “acele bir ağaçtır, meyvesi pişmanlık” sözünü akılda tutarak bir kez de bu ışıkta yaşadıklarımıza baksınlar.
Bu iki gerekçe öne çıkanlar ve yine de siyaset içerisinde kalarak söylenenler. Bir de kötü senaryo var ki bunu bugün Numan Kurtulmuş dile getirdi: "Evet çıkmaz ise kaos olur". Öncelikle bu bir siyaset değil, tehdittir. Ama ayrıca daha önce deneyip sonuç almış da olsalar, tehdit ile ölüm üzerinden seçim kazanma metodunun da bir sınırı var, her seçimde iş görmez. Hem 1 Kasım’dan bu yana yaşadığımız kaos ortada, bu halk daha neyi yaşayacak? Ayrıca bize sürekli “Fiili durumu, anayasal hale getireceğiz” diyorlar ya, işte bu “evet”in hiçbir yeni imkan sunmadığının ikrarıdır. Demek ki fiilen “kaos” önleme durumu elde edilmiş -ki edildi- ama önlenmemiş, önlenememiş, becerilememiş. Toplum ise “normalleşme” istiyor ve bugünkü “fiili durum” kalıcı hale gelirse hiç normalleşemeyiz demektir.
Unutmadan bir de “değişim” vaadi var. Vesayet, bürokratik oligarşi bitecek diye iddia ediliyor. Yerine geçecek olan ise vesayetin sarayda tek bir adamda cisimleşmesidir. Bu öyle bir vesayet ki, Cumhurbaşkanı seçimi dışında rektörlük ve muhtar seçimleri dahil olmak üzere her tür seçimli sistemi yok edebilir. Söz konusu olan 12 Eylül darbe anayasasının vesayeti oluyor ama elbette inandırıcılığı yok. Çünkü o gaye, 2011’de, AKP’ye seçim kazandıran “yeni anayasa” sürecinde vardı ve harcayıp bitirdiler. Oysa kadınlar, ekolojistler, Kürt halkı, Alevi halkı, daha çok hakka ihtiyaç duyan herkes, hepimiz bir ümit ile özgürlük ve eşitlik alanımızı genişletecek önerilerimizi hazırlamıştık. Hatta kadınların, cinsiyet ve cinsel yönelim eşitliğini, pozitif ayrımcılığı tam garanti altına alacak yeni bir anayasa için umudu ve talebi uzun süre devam da etti. Ne oldu? Seçimi bu vaat ile kazanan AKP, güç kazandığı anda süreci tersine çevirdi. Şu anda gündeme gelenin, o süreçteki evrensel arayışla hiçbir bağı yok, tam tersine evrensellikten tam bir kopuş. Dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan tuhaf adı bile bunu gösteriyor.
Referandumda, 12 Eylül anayasasının gerisinde, en az yüzyıl öncesine özlem duyanların kendi başlarına hazırladıkları adına “anayasa” demenin yakışık almadığı rejim değişikliği oylanacak. En son aktüel olarak da AKP’li kadın vekilin itiraf ettiği gibi konu: “100 yıllık prangadan kurtulmak” imiş. Mesele 12 Eylül ise madem, niye kimse “36 yıllık pranga” demiyor, sürekli “parantez kapatmaktan” söz ediyorlar?
*
Kapatılmak istenen bu parantez, kadınları da kapatır. “Hayır” diyerek o parantezi kadınlar lehine genişletmek zorundayız. Bugünkü zorluklarımızdan kurtulmanın da başlangıcı budur. 18 maddelik teklifin içinde doğrudan kadınlarla ilgili maddeler olmadığından nasıl etkileneceğimiz bir yandan kapalı, süreç içinde açıklık kazanacak. Öte yandan cumhurbaşkanı ve partisinin kadınlara yaklaşımı, yaşadığımız sorunlar apaçık ortada olduğundan bize yansımalarının ne olacağının açık örnekleri var. Bunları, örneğin can yakıcı mesele kadın cinayetlerini dile getirince, "Başkanlıkla ne ilgisi var?" tepkisi verenler de oluyor. İlgisi, görünen kısmıyla ortada: AKP döneminde kadın hak ihlallerinin nasıl arttığını senelerdir dile getiriyoruz, raporlar ve her gün yaşadığımız somut olgular ortada. Şimdi asıl görünmeyen kısımları konuşmalıyız. Evet dersek şimdiye kadar başımıza henüz gelmemiş ama gelecek olanları ve hayır dediğimizde nelere kavuşacağımızı.
AKP’li kadın vekilin kendi ağzıyla söylediği “100 yılın prangasından” başlayabiliriz. İşte 100 yıl önce kadınlar ne haldeymiş gördüğümüzde neyi oylayacağımızı da anlarız.
Kadınlar 100 yıl önce eğitim hakkına adım atmışlar ama henüz yurttaş sayılmıyor, seçme seçilme hakkından yoksundular. Ama o eğitim de, ilim ve meslek edinmeden daha çok ailede kadından beklenen roller ile ilgiliydi. Mesela kadınlar doktor olamazdı, siyasetçi olması mümkün değildi. Bugün o mecliste kadın vekillerin olabilmesi için zorlu bir mücadele gerekti.
Kadınların meslek sahibi olması, çalışma hayatına kavuşması, yaşamsal olan medeni hakları 100 yıl önce yoktu, yok. Miras hakkından, evlilik içi tecavüzün suç sayılmasına, üreme haklarından boşanma hakkına, şiddetten korunmadan mahkemede hakkını aramaya kadar bugün hayatımızın parçası olan haklarımız, bunlarla oluşan yaşam tarzımız, farklı yaşam tarzlarında da olsak ortak alışkanlıklarımızın devam edip etmemesi söz konusu artık.
Hangi partiye oy vermiş olursak olalım ortak bir meselemiz var: kadınların tecavüzden, ölümden kurtulmasını, kamusal hayatta var olmasını, kız çocuklarının okumasını hemen her siyasetten kadın istiyor bugün. Bu haklardan yararlananlar kolay feragat etmeyeceğine ve henüz yararlanamayanlar da bu hakları talep ettiği için bunlar üzerine daha detaylı konuşmalıyız. Referandum süreci boyunca konuşmaya devam da edeceğiz. Hala anayasa değişikliğinin bunları değiştirmeyeceğini sananlar olabilir. Sakın yanılmayalım: evet derseniz ertesi gün, belki sonuçların açıklandığı akşamına değişecektir bizim durumumuz. Belki de 15 Temmuz’da olduğu gibi sokağa çıkmak, toplumsallaşmak, sonuçları birlikte yaşamak bile zorlaşacak kadınlar için.
Devamında bir şey değişmeyecek sanmayın, “değişim” sözü bu anlamda doğru ama yönü geriye doğru, Ortadoğu’ya doğru… İran filmlerini ya da İsrail filmlerini de seyredebilirsiniz anlamak için. Medeni haklarını kullanamayan kadınları, bir boşanma için nasıl mücadele verildiğini, kız çocuklarının uğradığı ayrımcılığı, şimdiye kadar yaşadıklarımız ikna etmediyse bir de filmlerden izleyin. Kaldı ki, İran büyük bir medeniyettir; Acem uygarlığı ile gelen tarihsel birikim orada kadın erkek ilişkilerinde başka bir kültürellik de yaratmıştır. Bizde öyle bile olmayacak. Lümpenleşen toplumun erkek egemenliği ile hukuksal hak arama yollarımız tıkanmış vaziyette, sadece tek bir yön “saray” gösteren bir ok ile karşı karşıya kalacağız. Belki de Diyanet yine buralarda da devreye sokulur, kadınlar Medeni kanun ile değil fetvalarla baş başa kalır. Bu noktada bir şey belirteceğim; Bekir Ağırdır referandumun hangi faktörlerden nasıl etkileneceği konusunda çok dikkate değer değerlendirmeler yapıyor. Ancak laikliğin kadınlar için önemi konusunda eksik bıraktıkları var. Kuşkusuz saydığım konular laikliği savunan ya da savunmayan tüm kadınların, sırf “kadın” olmaktan doğan ortak sorunları. Bunun iki yönü var: Laiklik istemeyenler bunlardan azade olamayacak. Öte yandan laiklik kadınlar için Ağırdır’ın söylediğinden daha önemli bir faktör. Kuşkusuz patriyarka; erkek egemenliği; kadın düşmanlığı dinlerden önce de vardı ve laiklik ile yok da olmadı. Ama örneğin bugün ABD’li kadınların mücadele ettiği “beyaz erkek (ırkçı) hetero patriyarka” ile İran, Afganistan ya da Ortadoğu ülkelerinde geçerli olanlar arasında, tüm ülkelerin birbiri arasında farkları var, bu farkta laikliğin rolü büyük.
Bizim karşımızda ise “savaşçı, Türk, Sünni, Hanefi, hetero, AKP’li, evetçi” patriyarka var. Evet diyecek kadınlar, illa ki bu sayılan özelliklerin birinden biriyle sorun yaşıyordur.
Hiçbiriyle olmasa ontolojik olarak laiklikle olduğu gibi, savaşla da kadınların anlaşması zor. Bakın Fehim Taştekin, yılbaşı akşamı Suriye’de savaştan bir nefes alan sokakları ne güzel yazmış: “Dükkanlar geç saate kadar açık, eski Şam’ın daracık sokakları kaynıyor, aileler çocuklarıyla dolaşıyordu. Süslenmiş bir çam ağacı ya da Noel Baba kostümlü birini görmeye dursunlar, hemen hatıra fotoğrafı çektiriyorlar. El ele tutuşup gezen genç kadın ve erkeklerin sayısında ciddi bir artış dikkatimi çekti. Aileler gençlere eskisi gibi karışmıyor; sosyal denetim ve baskılar azalmış gözüyor…”
Suriye’de bu halde bile yaşanan belki en basit mutlulukları, sevinçleri biz kaybetmeye yaklaşıyoruz. Bunda savaş siyasetinin ve laikliğe saldırının payı var. Neden bizim toplumumuz da böyle mutlu anları yaşamasın? Bütün bunlarda ne zarar olabilir? Neden savaş riskine, Suriyelilerin kurtulmak istediği yere girmeye, elimizde olanın kıymetini bilmemeye, meyvesi pişmanlık olacak bu aceleye ”hayır” demeyelim kadın kardeşlerim? Neden?