Nereden nereye?

Hikâye nasıl başlıyor biliyor musunuz?
Birilerinin eline silahı alıp dağa çıkmasından başlıyor. Televizyon programlarında ve bilumum gazetede herkes ne gerek vardı buna. Bu iş terördür. “Herkes gelsin düşüncelerini söylesin” deniyordu.
Hümanizm üzerine konuşmanın tadına doyulamıyordu.
Herkes hep huzur isterdi.
Neden çıkartılıyordu bu tatsızlıklar.
En son en sert adam, büyük Türk katili Mehmet Ağar formüle etmişti:
“Gelsin düz ovada siyaset yapsınlar.”
Yahu ben size tutarsız diyemiyorum. Size bu kadar hafif konuştuğum için tarih beni affetmez. Size şizofren diyemiyorum, çünkü onlar kadar masum değilsiniz. Size cani diyemiyorum, çünkü onlar biraz da olsa akıllıdır.
Siz nasıl bir mahlûkatsınız?
Siz gazetecileri neye dayanarak tutukluyorsunuz arkadaş?
Gazete nerede çıkarılıyor? Cudi dağında mı? Hani herkesi dağdan inmeye çağırıyordunuz, ne oldu o konuya?
Ne dağa çıkmış ne ovaya inmiş. Sadece ve sadece gazete bürosuna gitmiş gelmiş insanları nasıl oluyor da tutuklayabiliyorsunuz siz. Güya dağdan inilince her şey çok güzel olacaktı. Devletin şefkatli kolları onları saracaktı. Hani ne oldu? Bürosunda oturana bile saldırmaya başladınız.
Kürt halkı hakkını aramak için eline silah almasa hiçbir sorun çıkmayacakmış.
Hangi gazeteci eline silah alıyor bana bir söyleyin?
Hangisinde silah yakalandı?
Şöyle bir soğukkanlılıkla düşünürsek şu sonuca varabiliriz:
Bu tutuklanan gazeteci kardeşlerimiz normal koşullarda düşüncelerini bile söylemezler.
Yani suçlandıkları konu düşünceleri bile olamaz. Gazeteci gazetecidir, haberci haberci. Olanı ve söyleneni iletirler esas olarak. Onlar aracıdır. Onlar iletir. Olan öyle olmuştur, söylenen öyle söylenmiştir. Yani onların olanlarla ve söylenenlerle doğrudan bir alakaları yoktur.
Kürt tutuklular Kürtçe savunma yapmak istiyor, gençler YÖK’ü protesto ediyor, işçiler grev yapıyorsa ve bunlar diyelim ki suç sayılıyorsa buradan gazetecilere nasıl bir suç payı çıkmaktadır aklım havsalam almıyor.
Diyorlar ki bir gazeteci kardeşimize: “Sen niye Sırrı Süreyya Önder’e telefon ettin.” Olaya bakınız. Savcıya bakınız. Soruya bakınız. Bunu sorabilen şahsiyetin cesaret ve cehalet düzeyine bakınız.
Böyle bir telefon edişin silah neresinde? Dağ neresinde? Bölücülük neresinde?
Devam ediyorum… Böyle bir telefon edişin siyaset neresinde? Eylem neresinde ve hatta ve hatta düşünce neresinde? Gazeteci Sırrı Bey’e telefon etmekle ancak onun düşüncesini öğrenmek istiyor olabilir ve bir suç işlenecekse onu muhtemelen Sırrı Bey işleyecektir. Bu durumda dahi gazetecinin bir suçu yoktur. Yani
düşünce suçu dahi yoktur. Hiçbir suç yoktur.
Olay bir ibreti âlem vakasıdır.
Kalabalığın içinden biri çekilip alınmakta ve kurşuna dizilmektedir. Olay bu kadar sebepsiz ve tesadüfîdir.
Çok rica ediyorum gazetecilerin maruz kaldıkları bu durum yarın öbür gün düşünce suçu olarak konuşulmasın. Durum düşünce suçu durumu dahi değildir.
Sırrı Bey’e telefon edilmesi sonrasında, Sırrı Bey eğer suç teşkil edebilecek bir takım düşüncelerini dile getirir ise bakın ona bir şey diyemem. Bu durumda Sırrı Bey düşüncelerinden ötürü suçlanabilir ve hatta bu düşüncelerinden ötürü ceza bile alabilir. (Allah gecinden versin!) Bu tabloda her şeyin yerli yerinde olduğunu
söyleyebiliriz. Düşünceyi söyleyen vardır, düşünce vardır ve doğal olarak düşünce suçu da doğabilir buradan.
Ve fakat yine de Sırrı Bey’e telefon eden gazetecinin bir günahı yoktur.
O ne bilsin Sırrı Bey’in ne söyleyeceğini. Bir gazeteci Sırrı Bey’e “Sırrı Bey öyle söylemeyin böyle söyleyin
ülkemiz rahatsız oluyor” diyebilir mi? Diyemez. Bitti.
O nedenle bir gazeteci memleket meseleleri üzerine bir suç işlemiş olamaz.
Belki trafik kazası yapabilir, belki elektrik faturasını vaktinde ödememiş olabilir ama düşünce suçu işlemiş olamaz.
Dağla-silahla alakası olmamış, siyasetle bile fazlaca uğraşmamış, düşüncesini de kesinlikle açıklamamış
insanlar tutuklanıyor.
Nereden nereye ilerlemişiz değil mi?