Bir topluma doğuştan ya da doğal olarak üstün olduğunu anlatabilirsiniz. İnsanlar bu tür yönlendirmelere inanma eğilimindedir. Emek vermek, yaratıcı olmak, erdemli olma mertebesine ulaşmak zordur. Emek zahmet demektir, toplumu bundan kaçındığı anlarda görebilirsiniz. Bir kimlikten ya da bir etiketten ötürü değerli kabul edilmek işin hep kolay yolu olarak algılanır.

Eğer topluma “Müslüman olduğunuz için iyisiniz ve üstünsünüz” derseniz bunu benimseyen belli bir nüfus ortaya çıkabilir. “Türk olmak” da böyle bir vasıf olarak sayılabilir. Hatta işin asıl ilginç yanı “sosyalist olmayı” dahi böyle görenlere rastlamak mümkündür. Diğer kategorilere haksızlık etmemek üzere, öncelikle “sosyalist olma” özelliğinin büyük bir iyiliğe yok açtığı varsayımını ele alayım.

Eğer Marks’ın Komünist Manifesto’yu yazdığı zamanlardan daha öncesinde yaşamıyorsanız, insanın sosyalist olmayı bir kültürel kimlik ya da kişisel bir ahlaki tutum olarak görmesini ileri sürmeniz zordur. Sosyalist birisi kendi köşesine çekilmiş, iyi vasıflara sahip bir insan olarak tasarlanamaz. Daha da ötesi böyle bir “grubun” dahi bulunmasının anlamı yoktur. Bütün iyi vasıflar, o vasıfların bir fonksiyon olarak hayata geçmesinde sınanır. Havada asılı veyahut tutup giyindiğimiz türden bir sosyalistlik yoktur.

Sosyalist olmak ve iyi olmak yoktur. Sosyalist hem zihinsel hem de politik riske girip bir önerme ortaya atar ve bunun gereğini yapar. Hayat onu bu durumda doğrular ya da yanlışlar. Eğer olur da hayat onu doğrulursa, işte iyiliği odur. Vasfının iyi olmasının belirtilerini gösterecek olan, hayattır. İnsanın kendi iyi oluşunun kefili olması tamamen boştur. Önemli olan, akla mantığa sahip başka varlıkların size iyi veya kötü olarak değerlendirmesidir.

Sözün özü sosyalist olmak risktir, önermelerinin gereğini yapma zahmetidir, iyi oluşunun doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir olduğunu kabul etmektir. Sosyalistlerin özel bir saç şekli, özel kıyafetleri, özel bir argoları yoktur. Böyle şeylerle avunup, yetinemezler. Bu tarzda punkçı gruplar olabilir ama sosyalistlerin hali buna pek benzemez.

Şimdi toplumumuza döneyim. Eğer deniyorsa ki “Ey Müslümanlar siz zaten irfan dolusunuz doğuştan” fazla tartışmaya gerek yok. Buyurun bilim üretin. Eğer keşifler listesinde adınız yoksa, iyi üniversiteler listesinde adınız yoksa, yüksek teknoloji üretme listesinde adınız yoksa bu iddianın hiçbir gerçekliği yoktur. Toplumlar genelde eksik ya da hatalı yönlerini kolayca kabul etmezler. Ne var ki gerçekler de sabırlı ve direngendir. Gerçeklerin üzerini ne kadar örtmeye çalışırsanız çalışın, en sonunda bir yerden kendini gösterir.

Diyelim ki kendi toplumunuzun savaşlarda çok başarılı olduğunu ileri sürüyorsunuz. Hatta daha da ileri giderek, çok özel bir ruhani nitelikten ötürü askerlerinize “kurşun işlemeyeceği” söylentisini yayıyorsunuz. Bu tutar mı? Tutabilir. Demagojide çok ileri gitmiş bir yönetici ekip varsa olur. Nereye kadar böyle olmaya devam eder? Ordunuz diğer bir ordunun karşısına çıkıncaya kadar. Otomatik tüfekler çalışmaya başladığında, bütün bu iddia dramatik bir şekilde çöker.  O nedenle ordular palavradan konuşamaz. Çünkü tatlı tatlı palavradan konuşmaya devam etmenin sonu ölümdür. Bu kritik varoluş şeklinden kaynaklı olarak ordular, büyük tarihsel gerçeklerin ilk anlaşıldığı yerlerdir. Fidan gibi askerleriniz sıra sıra toprağa düştüğünde yalan söylemeye diliniz varmaz.

Ordunun geri olduğunu hemen kabul edersiniz. Ben hayat demiştim ama hayat bile değil, ölüm size bunu hemen öğretir.

Kurşunun işlemediği iddiasını sürdürürseniz bir süre ortaçağ tarzında yaşar ve yok olursunuz.  Kurşunun işlediğini söylediğiniz anda durum değişir. Sağ kalabilir ve ilerleyebilirsiniz. Kurşunun işlediğini kabul etmek bütün modern ilerlemelerin anasıdır. “Kurşun işliyor” diyenler, saltanat ve hanedanlık kalksın da diyebilir. Cumhuriyet de diyebilir, meclis de diyebilir, laiklik de diyebilir. Öyle de demiştir.

Şimdi herkesin şikayet ettiği konu şu: AKP ve Saray “Ortadoğu’da bize kurşun işlemez” diyor ve herkes buna inanıyor. Evet, toplumun bir kısmı buna inanıyor ya da inanmak kolayına geliyor. Peki, Ortadoğu’daki savaş makinelerinin tetiğine basanlar buna inanıyor mu? İnanmıyor. Sorun burada.

Karşımızdakiler, bizim cepheye gönderilmiş olan genç insanlarımıza ateş ediyorlar ve onlar ölüyor. Bizim genç insanlarımıza bomba atıyorlar ve onlar yine ölüyor.

Ortadoğu’da bize kurşun işlemediği yalanı bitti. Halk da bunu kaçınılmaz olarak görecek. “Kurşun işlemiyorsa bize, bu cenazeler ne?” diyecekler. Dememesine imkan yok.

Demiyorlar mı, diyemezler mi?

Değil halk, AKP-Saray bile bunu dedi ve kabul etti. Rusya’da yapılan deklarasyonda: Suriye’nin “çok sayıda etnik yapı barındıran, çok dinli, mezhepçi olmayan, demokratik ve laik bir devlet olduğunu” kabul etti, “toprak bütünlüğüne saygı duyuyorum” dedi. Düşününüz, kendi ülkesinin laik olduğunu kabul etmeyenler Suriye’nin laik olduğunu kabul ediyor. Sonuç olarak AKP bunları kabul etmek ve söylemek zorunda kalır, benzer bir şekilde halk da.

Nuri Bilge Ceylan’ın, Bir Zamanlar Anadolu filminde bir sahne var. Adam yamaçtaki elma ağacındaki elmaları toplamaya çalışır. Ağacın dalını sallayınca bazı elmaları alır ama bazıları yamaçtan aşağı yuvarlanır. Bir elma, yamacın eteklerine doğru yuvarlanır. Oradaki bir dereye düşer. Tek başına derenin suyunda yuvarlandığını görürüz. Akıntı çok hafiftir ama onu yuvarlar. Sonra bir başka elma görünür derenin kenarında. Duruyordur, sanki derenin kenarındaki taşlar onu yakalamış gibidir. Yukarıdan gelen yeni elma orayı da geçer. En sonunda biraz çalı çırpının olduğu yerde üç elma görürüz. Takılıp kalmışlar ve çürümeye başlamışlardır. Yeni gelen elma da biraz yavaşlar, bir iki kıpırdar ve onların takılıp kaldığı yerde, takılıp kalır.

AKP’nin takılacağı yer daha önceki üç elmanın takılıp çürümeye başladığı, derenin bulanık köşesidir.

Onlar tarihin sevinerek toplayacağı ve yiyeceği bir elma olamaz.

Hayatın yamacı onlara bunu gösterecektir, göstereceğiz.

Çünkü aynı zamanda hayat biziz.

hakanozturk1871@gmail.com