“4 ay, 3 hafta, 2 gün” bir film adı. Ama film sadece bir film değil, kadınlar için gerçeğin ta kendisi. Romen sinemasının rönesansı diye nitelenen filmin yönetmeni Cristian Mungiu, 2007 Cannes Festivali’nden de ödülle dönüyor. Başka ödülleri de var ama en çok takdir edilesi yönü biz kadınlar yararına bir eser yaratması, eline sağlık.
Kürtajın yasak olduğu koşullarda, iki üniversiteli genç kadının yasal olmayan yollardan kürtaj yaptırma mücadelesini ve zorluklarını anlatan filmde, anlatılan hepimizin hikâyesi. Ve aslında aynen bugün yaşadıklarımız, kadınların sadece Türkiye’de değil; Polonya’dan İran’a, Ortadoğu’dan Fransa’ya devam eden laiklik ve haklar mücadelesi, direnişi ve dayanışması diyebiliriz. Filmde ve bugün birbirinden çok farklı coğrafyalarda farklı kadınların verdiği bu mücadelenin fena halde ortak bir yönü var. Söze doğrudan gireyim: kadınlar laiklik istiyor. Ya da tersinden söylersek, hayatlarını çağlar öncesinin “dini kuralları” değil, yaşadıkları çağın; kendi yüzyıllarının hukuku ve değerleri ışığında kendileri belirlemek istiyor.
1. Bu talepten makul ne olabilir.
2. Dünya yüzünde o kadar çok sayıda kadın bu taleple ayağa kalkıyor ki, biz Türkiyeli kadınlar hiç de yalnız değiliz, çok güçlüyüz.
Türkiye’de laikliğe yönelik saldırının artması ve bunun bedelini doğrudan kadınların ödemesi üzerine Türkiye’nin otuz üç ilinde laiklik için kadın eylemlerindeydik. Aynı süreçte Polonya’daki eylemler ve dünyanın birçok yerinde kadınların direnişi bize dünya sathında bir mücadelenin içinde olduğumuzu da gösterdi. Belediye otobüslerinde tekmeden devlet yurtlarında kaçırılmaya, şehirlerarası otobüslerde tacizden merkezi caddelerde cinsel saldırıya her yerde, her türlü şiddetin karşısında da yalnız olmadığımızı, dünya kadar güçlü olduğumuzu bilmemiz çok işimize yarayacak. Önce, özgüvenimizi kuşanacağız.
Polonya’daki duruma bakınız; kadınlar en sık "Misyoner değil, doktor istiyoruz" sloganı atıyorlar. Doktorların dini sebepleri gerekçe göstererek kürtaj yapmayı reddetmeleri ya da kürtaj ücretini yükseltmek adına dini kullanmaları söz konusu*. Böyle bir zeminin asıl sorumlusu ise ülkedeki hükümet. Kürtaj yasağı yasa tasarısı iktidardaki sağcı Hukuk ve Adalet Partisi ile Katolik Kilisesi tarafından destekleniyor. Yasaya karşı sokağa çıkan ise Polonya’nın sol partisi. Bu arada bir sağcı partinin isminde “adalet” olmasının ne anlama geldiğini biz Türkiyeli kadınlar çok iyi biliyoruz. Polonya ile aramızda isim benzerliği gibi yandaş basın benzerliği de var. Orada da kürtajı cinayet olarak propaganda eden “yandaş” televizyonlar var ve eylemleri "katillerin yürüyüşü" başlığıyla veriyorlar. Ya da milyonların yürüdüğü, hepimize moral veren dev yürüyüşlerin, küçük ve marjinal bir grup tarafından düzenlendiği propagandası bile yapabiliyorlar (yine de doz “her kürtaj bir Uludere’dir” kadar inanılmaz boyutta değil).
Ortak yönlerimiz çok; Polonyalı kadınların dile getirdikleri, bizim kürtajı yasaklayan yasaya karşı direndiğimiz 2012 yılındaki sözlerimizle aynı: “Bu kararı her kadının kendi vermesi gerekir. Biz kadınların kendi kendilerine karar verme hakkı için mücadele ediyoruz" diyorlar. Öne çıkan slogan “Benim vücudum, benim kararım”. Biz de aynı sözlerle direnmiş ve yasakçı yasayı geri çevirmiştik. Polonyalı kardeşlerimiz de kazandılar, hepimizin yüzü güldü. Bununla beraber temelde başka bir şeyi; ülkelerimizdeki sağcı muhafazakâr gidişatı değiştirmediğimiz sürece maalesef ki, kazanımlarımız fiilen uygulanmıyor. Biz yasayı koruduk, 10 haftaya kadar kürtaj hakkımız var ama AKP doğum kontrol yöntemlerine ve kürtaja karşı açtığı savaşta, bu hizmetleri veren kamu sağlık kuruluşlarını kapattı. Özel sağlık kuruluşlarında doktorları müthiş bir baskıya maruz bırakıyor, kürtaj yapan doktor damgalanıyor, işsiz bırakılıyor. Polonyalı kardeşlerimiz de yasayı kazansalar da olabileceklerin farkındalar, çünkü şu anda da fiilen zor koşullarda ya da çok yüksek ücretler ödeyerek hizmete ulaşabiliyorlar. Yine aynen bizdeki gibi doğum kontrol yöntemlerinin kısıtlanması gündemde kalmaya devam ediyor.
İşte bütün yollar yine ülkenin nasıl yönetildiğine ve dolayısıyla laiklik ve demokrasi mücadelesine çıkıyor. Esas meselemiz “kadınların kendileri hakkında karar verme hakkı” ve bu ancak laik ve demokratik bir rejimde mümkün. Dini kuralların sadece birey ve inancı arasında geçerli olduğu, devlet yönetimine dayatılmadığı seküler bir dünya olmadığı sürece kadınlar kurtulamayacaklar.
Polonya’daki eylemleri destekleyen müzisyen Adam Nergal Darski’nin sözlerine bakın; “Bu çağdışı yasalar geride kaldı, dostlar. Ne kadar kızgın olduğumu anlatacak söz bulamıyorum, dolayısıyla da Siyah Protesto’ya katılıyorum! Görünüşe göre geleceğimiz ülkeyi tek bir düşünce sistemi üzerinden yürütmeye çalışanların elinde. Bu, bir açıdan, diktatörlüğe doğru atılan ve kaçınılması gerekilen bir yola adımdır... Bu, akılcılık ve ortak irade ile Katolik karanlığın ve ilerlememenin çarpışmasıdır. Ben sözü yayacağım ve bütün kalbimle kadınlarla olacağım çünkü bu tek doğru yol. Polonya zamanda yolculuk yapıyor, dostlar. İlerlemek yerine, hükümetin bencil bireyleri sayesinde Orta Çağ’a geri dönüyoruz… ama savaş bitmedi!”
Savaş bitmedi. Bugün bütün dünyada “kadınların kaderini tayin hakkı” savaşındayız. Aslına bakarsanız iki yüzyıldır, sorun alanları farklılaşsa da, dünyanın bu en makul talebinin peşindeyiz. Seçme seçilme hakkıyla başladı, bedensel haklarımızla gelişti ve bugün de kürtajla da geliyor karşımıza, boşanırken öldürülmekle de, kıyafeti bahane edilerek saldırıya uğramakla da, sürekli anne olmaya ya da istemediğimiz bir çok şeye zorlanmakla da… İran’da kadınlara bisiklete binmeyi yasaklayan fetvalarla, Fransa’da sahil polisi, Ortadoğu’da oracıkta öldüren IŞİD ile de…
Ancak biz, giyeceğimiz kıyafetlerin, kendi bedenimize ait kararlar almanın, çalışmanın, siyasette ve her yerde eşit temsil edilmenin, medeni tüm haklarımızın bedelini çoktan ödedik. Daha kaç kere bedel ödeyelim?
Bir daha ödemeyeceğiz. Bu yüzden çok öfkeli ve kazandığımız hiçbir hakkı geri vermemekte çok kararlıyız.
*T24; Damla Uğantaş; Polonya'daki kürtaj yasasının geri çekilmesi bir zafer sayılabilir mi?