Bir sabah (herhangi bir sabah değil bayram sabahı),  yorgun (herhangi bir yorgunluk değil zor meslek olan hemşireliğin gece nöbetinin verdiği yorgunluk) halk otobüsüyle evine dönen sağlık emekçisi bir kadının, kulaklığı ile dinlediği müziğe dalmışken birdenbire ne olduğunu bile anlayamadığı bir şekilde suratında bir “tekme” patlıyor.

O anda sanki bütün Türkiye toplumunun üzerinde bir flaş patladı; tekme ülke gerçeklerini açığa çıkaran bir fotoğrafa dönüştü.

Bir erkeğin, kamusal toplu taşıma aracında, birçok insanın gözü önünde, bir kadını giydiği şortu bahane ederek tekmeyle ağır bir şekilde yaraladığı bu fotoğrafta; Türkiye’de kadına yönelik şiddetin ve kadınların yaşamına müdahalenin geldiği son durumu, bir otobüse sağ salim binip inme hakkımızın bile elimizden alınmaya çalışıldığını gördük.  Ayşegül’ü gerektiği gibi sahiplenmeyen otobüs şoförünün, birkaç insan dışında yolcuların, faili yakalaması gereken kolluğun, serbest bırakan yargının görevini nasıl yapmadığını gördük.

Failin kendisinin “açık giyen kadınları karım sayarım” sözüyle memleketimizde erkeklerin karılarına nasıl yaklaştıklarını; tekmeyi, şiddeti nasıl benimsediklerini gördük. Pişkince sırıtarak “sıkıntı yok, her şey İslam Hukuku’na uygun” deyişi ile de ülkede laiklik ve demokrasinin geldiği son noktayı gördük.

Uzun zamandır kışkırtılan alnı secdeye değen-değmeyen kutuplaşmasının vardığı seviyesizliği gördük. Adamın gözaltına alınıp serbest bırakıldığı saatlerde, kendini zor tutanların rahatlayıp Ayşegül’ün hakkını savunanlara nasıl saldırdığını ve aynı saatlerde uğurlanan Tarık Akan’ı kalbine gömenlere de aynısını yaptıklarını gördük. Bu rezilliği de, o alçak tekmeyi hemen tanıdık; Ali İsmail’e atılan son tekmeyi, Soma halkına atılan tekmeyi unutmamıştık. Şimdi üç tekme, bu ülkede kadınlara, emekçiye, Ali İsmail nezdinde Gezi kapsayıcılığındaki her şeye düşmanlığın üç sembolüydü.

Bütün bunlarla beraber kadına yönelik şiddet ile mücadelede anlaşan bizim kendi cephemizde, erkekler ve kadınlar arasındaki var olan gerilimleri de gördük.

Ayşegül’ün yüzüne vurulan tekme, toplumun yüzünde bir flaş patlattı. Görülebilecek ne varsa gördük.

Bütün bunlar olduktan, kadınların mücadelesi ve bu mücadeleyi sahiplenen kamuoyunun baskısı ile adam tutuklandıktan sonra, bu kadarı AKP’ye bile fazla gelmiş olmalı ki, yetkililerin bazı açıklamalarını gördük. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı “sebebi ne olursa olsun” ifadesi ile şiddeti kınadı. Yani aslında şiddetin anlamlı bir sebebi de olabileceğini düşünüyor, bunu açık ediyordu. Oysa güçlünün güçsüze, erkeğin kadına şiddeti söz konusu olduğunda “sebep” olamaz. Ancak ezilenlerin kendini korumak için uyguladığı şiddette anlaşılabilir bir sebep bulunabilir.

AKP’ye ve Bakan’a göre ise bir tek  “makbul” kadınlar için şiddet kabul edilemez, diğer her durumda mutlaka “hak edilmiştir”, böyle düşünüyorlar.  Kendi mağduriyetlerinde mesela gerçek olmayan Kabataş konusunda bile “sebep” ağızlarından hiç çıkmaz. Aslında burada bile yine kendileri mağdur idiler, sonsuz mağdurdular. Bakan’ın Ayşegül’e yaptığı geçmiş olsun telefon görüşmesinde ve demeçlerinde hemen 28 Şubat’taki kendi mağduriyetini anlatması, hala yaralı bir kadın ile eşitlenmeye çalışması bunu gösterir.  

Oysa durum başka; bugün hemen her gün laik toplum saldırıya uğruyor, Ayşegül münferit bir olay değil, bardağı taşıran damla oldu. İslami teokratik bir rejim isteyenlerin başta kadınlar olmak üzere, kendinden olmayana uyguladığı şiddetin başka birçok örneği var. Çünkü “yeni anayasada laiklik olmayacak” diyen bir Meclis Başkanı var.

En nihayetinde başbakanın da mırıldanmasını gördük. Binali Yıldırım, kadınların giyiminden, yaşam tarzından rahatsız olunduğunda -demek ki olunmalıydı- tekme atmak yerine “mırıldanmayı” önerdi. Nüfusu yarısını oluşturan tüm erkeklere “şort giyen kadınlardan” rahatsız olmalarını, eskiden evde zor tutulan, şimdi 15 Temmuz ile beraber neredeyse ipinden boşalan % 50’ye de, tüm laiklerden rahatsız olmayı tavsiye ediyordu.

Toplumun tümünden sorumlu olan bir Başbakan, fıtrata uygun giyinmeyen, davranmayan kadınlardan rahatsız oluyor ve aslında bundan rahatsız olmayan tüm modern ve laik topluma da mırıldanıyormuş meğer. Bu gerçeği de gördük. Başbakanın dediği gibi yapılsa bütün toplum mırıltıdan geçilmeyecek ama sorun zaten o mırıldanma diyerek, tekmeye, şiddete, oradan cinayete varan cesareti veriyor olması.

Bunun örneklerini de Bursa metrosunda, İstanbul’da Metrobüs’te gördük, böyle giderse kamusal alanda da başka örnekler de görebiliriz. Ama asıl olarak düşündüren göremediğimiz yerlerde, evlerin içinde, kuytuda köşede kim bilir kaç erkek bir kadına tekme savurdu? Karısını bu sefer de tekmeyle dövdü, eşyaları tekmeledi, kim bilir kaç kadın kardeşimizin canı yandı?

İşte bu yüzden Başbakan, mırıldanamazsın.

*

Öte yandan Bakan ve Başbakanın açıklamaları, Ayşegül’ün uğradığı şiddetin sadece kadına yönelik şiddet olmadığını da siyaseten ortaya koydu; konunun “laiklikle hiç ilgisi yok” tezi çöktü. Konunun merkezinde şüphesiz kadına yönelik şiddet vardı. Ancak onu çevreleyen bir başka katmanda laiklik ve modern haklara karşı açılan savaş -aynen IŞİD örneğinde olduğu gibi-  kadınlar üzerinden yürüyordu.

Şimdi ayrıştırmamız gereken iki durum var:

  1. 1. Şüphesiz feminist mücadele kadınların erkekler tarafından ezilmesi nedeniyle kadınlar ve erkekler arasında cereyan eder ve feminizm herkes içindir; öznesi tüm kadınlardır. Tekme Ayşegül ile beraber tüm kadınlara atıldı, ortada kadınları ezen çark var, bu çarka karşı tüm kadınlar ortak mücadele verebilirler. Bu boyutta; kadın mücadelesinde ne yapmamız gerektiğini de erkeklerden öğrenecek değiliz. Giysilerimize de, mücadelemize de, kadınlar olarak kendimiz karar veririz.

Burada çapraşık bir ilişki de söz konusu: tüm kadınlar erkek şiddetine maruz kalabiliyor. Buna bağlı olarak “ister şortlu, ister başörtülü” olsun, birlikte öldürülen kadınlar, erkek şiddetine karşı da birlikte direnebilirler.

Kadın mücadelesi, tüm kadınların hakkını savunuyor ise, tüm kadınlara seslenmeli, karşılık bulması için çaba göstermelidir. Kadınların sırf cinsiyetleri nedeniyle öldürüldüğü, cinayetin başörtüsü tanımadığı bir durumda yürüttüğümüz kadın mücadelesinde bazen demokrasi mücadelesinde yan yana gelemediğiniz kadınlarla da yan yana gelebilirsiniz. Tüm kadınları kapsayarak mücadele etmeye çalışmak, laiklik mücadelesinden geri durmak değildir. Aksine örneğin kadın cinayetlerini durdurmak için verilen mücadeledeki kapsayıcılık, laiklik mücadelesini de güçlendirebilmiştir. Ancak laiklik mücadelesinin esas özneleri kadın mücadelesinden farklıdır, buna geleceğiz.  

  1. 2. Genel demokrasi mücadelesi ise iktidar ve muhalefet arasındaki gerilimden doğar, öznesi içinde kadınlarla erkeklerin bir arada olduğu tüm muhalefettir. Laikliğe savaş açmış bir siyasi iktidar ile yönetildiğimiz için, bugün laiklik mücadelesinin öznesi de benzer diziliyor; gerilim iktidar ile muhalefet arasında.  Ayrıca artık laikliğin öznesi de genişlemiş durumda; eskiden olduğu akla ilk CHP ve sosyalistler gelmiyor.  Ortadoğu gerçeği ve IŞİD’e karşı mücadele düşünüldüğünde, artık Kürt hareketi de laiklik mücadelesinin önemli öznesi, Gezi’de birlikte olduğumuz dindarlar da.

Tarih sıklıkla önümüze tek başına bir boyut değil, çok boyutlu karmaşık ilişkiler getirir. Hele ki bugünün Türkiye’sinde bütün çarklar bir arada ve iç içe geçmiş ilişkilerle hızla dönüyor iken, durumlar karışabiliyor.

Buradan laik erkeklerin kadınlara akıl verme meselesine gelelim. Erkeklerin kadınlara sürekli bilgiçlik taslaması yeni bir şey değil, kadınların uzman oldukları konularda bile fikirlerinin olamayacağı kalıp yargısı, körlüğü neredeyse erkekliğin tarihi kadar eski. Buna “mansplaining” (erk-açıklama, eril açıklama, vd..) diyorlar, ben Türkçe anlamını tercih ederek “bize bilgiçlik taslayan adamlar” demek istiyorum.

Bizim cenahtaki erkek egemenliğinin bir yüzü bu; en bildiğimiz şeyi bile bize öğretmeye çalışabilirler. Ayrıca bu son tartışmada mesela haşema ile denize giren kadının yanındaki erkeği hiç kafaya takmayıp, sadece başörtülü ya da haşemalı kadından rahatsız olmaları, sosyal medyada sürekli böyle şeyle dile getirmeleri de bana göre solcu ya da laik olmakla da bağdaşmıyor. Sonuçta kadınların karar alması gereken kadın mücadelesiyle ilgili konularda erkekler susmalı ve kadınların ifade özgürlüğüne, kararlarına saygı duymalıdır. Ancak genel demokrasi ve laiklik mücadelesinde, herkesin eşit söz hakkı vardır; kadınlar da erkekler de elbette konuşur, aktüel olarak içinde emek veren herkes konuşur.  Kadınlar ve erkekler birlikte karar alıp birlikte yürütmeliyiz.

Kuşkusuz hayatta “görelilik” diye de bir şey var ve İslam’ın ve diğer tüm semavi dinlerin erkek egemenliği biçimleri çok daha ağır ve içerik olarak da farklı. Kabaca kadını fıtratı gereği toplumsal hayattan dışlamaya ve her anlamda “kapatmaya” kurulu olan bu bakışı ve İslami ideolojinin bütününü yenmek için ise sadece kadınların değil, laiklik mücadelesi veren herkesin ideolojik politik güçlü mücadele yürütmesi gerekiyor. Burada da bir başka çapraşık ilişki var: dindarlık ile yobazlık iki farklı şey ve laikliği savunan dindarlar az da olsa varlar. Onlarla laiklik ve özgürlük mücadelesinde bir araya gelebiliyoruz; Gezi’de olduğu gibi onlar bizim taraftalar.

Sonuç olarak, tekme ile sembolleşen merkezde kadına yönelik erkek şiddeti, onu çevreleyen katmanda laik ve modern topluma süreklileşmiş saldırı var. Güncel olarak İslami teokratik bir rejime doğru bu gidişi durdurmak zorundayız. Laikliği savunan bütün bileşenlerin tıpkı Gezi’de olduğu gibi ortak hareket eden bir cephe olması artık bütün toplum için renkli elbiseden; yaşam tarzından öte; hayati bir önem taşıyor. Birbirimizle tartışsak bile ortak hareket edebildiğimiz bu süreçte sonuç alabildiğimizi; o sırıtan faili tutuklattığımızı da gördük.  

“Sıkıntı” var. Devam ediyor. Bu yüzden Başbakan mırıldanamaz. Biz de mızıldanamayız. İpinden boşalmış gibi her gün yeni örneklerini yaşadığımız bu yobazlığı güçlü bir laiklik cephesi oluşturduğumuz sürece frenleyebiliriz.

600 haftadır aynı yerde dirençle evlatlarını arayan annelerin dediği gibi;  “kaybedilen tek mücadele, vazgeçilendir”.