AKP’nin “demokratmış gibi” görünmekten ne zaman vazgeçtiğini kestirmek zor; bu dönemeç için meşhur bir 2008 tarihi var. Aslında daha öncesinde de Cumhurbaşkanı’nın yetkileri konusunu yani başkanlık rejimini ele aldıklarına tanık olmuşluğumuz var. Zamanı ne olursa olsun önemli olan, bugün yarattıkları fiili durumun ve aceleyle her gün yeni bir anormal adım atmalarının planı - programının tarihinin eski olması. Bizim için mesele, o zamanlardan bu zamana dikensiz gül bahçesinde gibi ilerleyip ilerleyemedikleridir. Her gün yeni bir felaket adım ile anayasayı ihlal edenler, ilerleyememelidirler.

Bugüne kadar en büyük dikeni “Gezi” ile batırdık, ikinci kez 7 Haziran seçim sonuçlarıyla başka bir yara aldılar.

Henüz durduramadıysak, üçüncü ne olacak? Mesele budur.

Hitler Almanyası’na benzeyen gidişatı durduracak tek seçenek; demokrasi cephesidir.

Rıza Türmen’in “demokrasi kurultayı” önerisi önemli. Daha doğrusu bundan başka bir çözüm de yok. Ama öneri sadece başka çare olmadığı için önemli ya da ehven-i şer değil, daha önceki sonuç aldığımız iki iyi denememiz olan; Gezi’de ve 7 Haziran’da geçerliliğini gördüğümüz için hayata geçmelidir.

Erdoğan’ın ülkeyi bir cehenneme çeviren gidişatına razı olmayan herkesin, tıpkı Gezi’de olduğu gibi bir araya gelmesini istiyor isek, bunu sadece Gezi’ye doğum günü yaparak sağlayamayız. Ayrıca belirtmek gerekir ki, 3. yıldönümü bugünkü koşullara ve kuşatmaya rağmen çok iyiydi. Memlekette birleşik mücadele konusunda ciddi bir seçenek ve umut olmadığı zamanda bile bu ruh Taksim’i dolduruyorsa, bir de somut olarak bir “demokrasi cephesi” var olduğu; umutlu şartlardaki sıçramayı düşünün.

Eğer ruhtan maddeye geçersek emin olun her şey çok güzel olacak…

Başta CHP ve HDP olmak üzere, Gezi’deki muhalefetin taşıyıcı tüm güçleri şimdi hızla demokrasi cephesini gündem yapıp, gereğini yaparsa neden olmasın? Buna bir tek anlamı neden bile sayılamaz.

*

AKP’nin “ben evrensel değer namına ne varsa–demokrasi, kadın hakları, ifade özgürlüğü, laiklik, barış- tanımıyorum” dönemecinde, kadın hakları için de bir başka aksa geçildi diyebiliriz. Cumhurbaşkanı’nın ve ardından ona sahip çıkan Sağlık Bakanı’nın doğum kontrolüne ve kadınların hayatına dair son açıklamaları da daha o zamanlardan başlayan bir hedef onlar için.

Erdoğan ilk kez 2008 yılında 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde dile getirdiği “en az üç çocuk” söylemini daha sonra defalarca tekrarladı. Buradan “kürtaj cinayettir”e kadar vardı; hatta sezaryenle yapılan doğumları “milletin kökünü kurutmaya yönelik komplolar” olarak tanımladı.

2011’in aralık ayında Uludere katliamına yönelik ne bir soruşturma açan ne de özür dileyen hükümetin Başbakanı, “her kürtaj bir Uludere’dir” dedi. Gündem saptırmak için değil, genelde kafasından geçenlerle-kendini tutamadığı için böyle konuşuyordu; bana göre Kürt halkını kürtaj sözcüğüne ad veren fiil ile “kürete etmek”, “kazımak” istiyordu; aklındaki diline yansıdı.

Erdoğan aslında Türk nüfusu artsın ama Kürt nüfusun azalsın istiyordu.

O dönemde kürtaj hakkı için sokaklara dökülen kadınların mücadelesi sayesinde yasa değişikliği rafa kaldırıldı ama kadınlar için ta o zamanlardan beri bir “fiili durum” başladı; fiilen kürtaj sekiz hafta olarak uygulanır oldu, doğum kontrol haplarına erişim zorlaştırıldı.

Kadını sadece çocuk yapıp büyütmek için bir “eşya”, çocuğu da sadece kadının sorumluluğunda yetişen savaşlarda ölecek ya da ucuz işgücü olacak bir başka “eşya” olarak gören bakış açısı, her gün tekrarlandı. Hem muhafazakâr, hem milliyetçi, hem kapitalist bu yaklaşım bugün başka bir seviyeye taşındı. Doğum kontrolü eskiden “vatan hainliği” iken son olarak “Müslüman aileye uygun değil” sözleriyle “dinsizlik” anlamına da gelir oldu. Bu da son dönemde somut biçimde uygulanan, laikliğe saldırıya son derece uygun bir yeni konsept.

Müslümanlık’ta doğum kontrolüne dair kullanılan bir çok yöntem olması bir yana- konumuz bu değil- bu son açıklamalar kadınlar ve tüm toplum için, çok toplu ve çok yönlü bir taarruz altında olduğumuzu gösterdiği için önemli.

Kadın bedenine ve haklarına saldırıları, bununla hep paralel yürüyen laikliğe saldırıları, gündem değiştirme olarak ele almak çok büyük hata olacaktır. Bu konular, bilakis AKP’nin ve Erdoğan’ın istediği rejim için hızla adımlarını attığı paketin-gündemin ta kendisidir.

*

Erdoğan için kendine oy verenleri aile üyesi saydığı bu ülke bir aile, kendisi de hem her şeyin hem de ailenin “reisi”. Buna muhalefet eden herkes üvey evlat bile değil; kürete edilmesi, kazınması gerekenler olduğu için kökü kazınmak istenen herkes birleşmeliyiz.

Karşımızda “Reis” olunca,” Führer” ya da “İl Duçe” gibi olmak lazım diye düşünen ve bunun adımlarını atan bir cumhurbaşkanı var. Her konuda olduğu gibi doğum kontrolünde de onlar gibi yapmak istiyor. Biliyorsunuz Hitler doğum kontrolü için “Yahudi buluşu” demiş ve nüfusunun artmasını istediği Alman ırkına yasaklamıştı.

Erdoğan ile tıpa tıp aynı şekilde; “…Bir üçüncü, özellikle de dördüncü çocuk sahibi olmaya çalışınız! …Artması istenen nüfus elbette beyaz ırktan olmalı … başka renkli ırkların altında kalmamalıdır”  diye konuşan da, Mussolini nam-ı diğer İl Duçe’dir. Düşünün bu ikisinin yaptığını Hitler bile yapmamıştır; İl Duçe; “…yirmi yaşında evlilik bütün tazeliğini korur… Çocuklar en iyi fiziksel, ahlaksal ve akılsal sağlık içinde olurlar” diyerek erken yaşlarda evliliklere bile özendirmiştir. Tıpkı AKP’nin erken evliliklere ve çocuk istismarına karşı hiçbir itirazının olmayışı gibi. Bunda İtalya’nın tarihi Akdeniz havzasında olmaktan dolayı ataerkil özelliklerinin Türkiye ile daha çok benzemesi de faktör olabilir. Toplumun özellikleri önemli, çünkü son günlerde her tür kabul edilemez durumu, “toplumumuza daha uygun” ile savunuyorlar.

Sağlık Bakanı, “doğum kontrolü Müslüman aileye uymaz” sözlerini, tutup topluma uygun diye savundu. Yani toplumun ataerkil mirasında ne varsa- çocuk istismarı, kurban kültürü, kan davası mesela- hepsini savunabilir olan yöneticilerle karşı karşıyayız. Tehlike büyük.

Kadınlar da bu tehlikeyi gördükleri zamandan itibaren mücadele ettiler, bu yöneticilere dikensiz gül bahçesi vermediler. Kürtaj hakkı mücadelesi, kadın cinayetlerini durdurmak için verilen yaşam hakkı mücadelesi sayesinde bugün daha da vahim şeyler olmuyor. Kadınların haklarına saldırı genişledikçe, mücadelenin de hem kapsamı hem gücü genişliyor. Bunu yapmaz isek, bu yöneticiler topluma uygun diye bizi kabile dönemine döndürmeyi bile denebilirler.

*

Evet, toplumda kadınlar için eşitsizliğin kökleri çok eski olabilir,

AKP tek adam rejimi için çalışmalara çok eskiden başlamış olabilir,

Ama ey her gün kadınlar hakkında konuşanlar, siz kadınları ne sanıyorsunuz?

Sizin dil uzattığınız bu hakların da çok acayip ve uzun bir tarihi var. Kadınlar da modern hakları için neredeyse dört yüzyıldır mücadele ediyor.

Laik bir feminizm de ta 17. Yüzyıldan itibaren tarihte var oldu. Evet, kadınlar için haklarını laik bir çizgide talep etmesi çok yavaş gelişti çünkü ilahi olandan ayrılmak çok köklü bir şeyden kopuştu, çok zordu. Dünyevi talepler, apayrı bir durumdu; hep manevi alana hapsedilmiş kadınlar için erkeklere göre çok daha zorlu bir mücadele gerektirdi.  İşte bütün bu zora rağmen, bu oldu; kadınlar yakılmayı göze alarak laiklik istediler. Siz ne sanıyorsunuz?

Sonraki bütün dönemler hep zor konularla geçti ama hemen her gelişmede, kendilerini gerçekleştirecek yeni bir mücadele alanı yaratmayı başardı kadınlar. Mesela modernleşme ile beraber bu “aile”, “annelik” konuları devletin-kamunun gündemine mi girdi, o zaman hop anneliği bir mücadele alanı kılmayı bildiler. Anne ölümlerinin çok yüksek olduğu zamanlarda kadınlar; “kendi yaptıkları işin en tehlikeli iş olarak tanınması”  gerektiğini söylediler, mücadele ettiler, haklar kazandılar.

Gerçekten de o yıllarda madenlerdeki ölüm oranını aşan anne ölümleri vahşetini durduran gelişme neydi biliyor musunuz? Ancak modern doğum kontrol yöntemlerini keşfi ile kadınlar hayatta kaldılar.

Kadınların hayatta kalmasını ve hayatlarına karar verme hakkını sağlayan bu gelişme gerçekten de müthiş bir değişim yarattı. Erkek egemenliğini korkutan ve kadınları kurtaran bu alandaki mücadele maalesef ki halen devam ediyor.

Evet, dünyada artık sadece doğum kontrolü kavramı yok çünkü yeni ve kapsamlı kavram; üreme sağlığı ve hakları. Ama Sağlık Bakanı doğum kontrol yöntemlerinin güvenceye alınacağına dair yüzlerce uluslararası ve ulusal mevzuata imza attığı halde bu hakları savunmuyor, yasalar karşısında suç işliyor. Çünkü üreme hakları, “doğurmak” hatta “sadece normal doğum ile doğurmak” değildir. Üreme ve cinsel haklara ilişkin kodlar; yaşama hakkı başta olmak üzere, sağlık bakımı alma ve sağlığın korunması, eşitlik, özgürlük, mahremiyet, evlenme ve aile kurmada seçim yapma, çocuk sahibi olup olmama veya ne zaman olacağına karar verme, doğum kontrolünü ve istenmeyen gebeliklerinin engellemesi haklarını içerir. Devlet bütün bu hizmetleri sağlamakla yükümlüdür.

Durum bu iken, kadınlar zaten cinayetlere ve şiddete karşı hayat mücadelesi veriyor iken, bir kez daha sağlıklarını, yaşamlarını tehlikeye düşürecek bu laflara aldanır mı sanıyorsunuz?

 Siz kadınları ne sanıyorsunuz?

Yakılmayı göze alarak bugünlere geldik, sizin gibilere mi direnemeyeceğiz?