Kadın kurtuluş mücadelesi, kadınların yaşam hakkına sahip çıkmadığı sürece, erkek şiddetin diğer tüm biçimlerinin de çok rahat süreceği, çok açıktır. Ancak Türkiye’de kadın örgütleri ve örgütlü muhalefet kadın cinayetleri gerçeği karşısında farklı eğilimler izliyor.

Kimlik politikası ve kültürel görececilik eğilimde olan feministlere göre farklılık kavramı temelinde yorumlanan bir dünyada tüm insanlar değişik ve tikel “kimlikleri” ile birbirinden farklı ve aralarında neredeyse hiçbir ortak bağ bulunmuyor.  Bu tikelleşmiş insanlar, kültürler, halklar ve uluslar dünyasında evrensel bir şey bulunamıyor. Dünya iktidar – güç sahibi olan ve olmayanlar arasında bölünmüş bir yapı olarak görülmediğinde, erkek egemenliği bile evrensel kabul edilmediğinde, gerçek statükoya karşı mücadele etmek, bunun için sorumluluk almak da gerekmiyor. Bu durumda sistem karşıtı olmak da gereksiz hale geliyor. En nihayetinde felsefi bir bilinemezciliğe varılıyor. Ve ortaya çıkan; kültürel farklar nedeniyle yargılanamaz “ötekiler”, adına konuşamayacağımız “bizimkiler” olarak kadınlar. 

Bir çeşit özcü feminizm ise kadınları doğaları-erdemleri üzerinden mutlaklaştırıp  “kurbanlaştırırken”, ortaya çıkan sadece bir tür mağdur olma siyaseti daha doğrusu siyasetsizliği oluyor. Oysa “aile” bile mutlak ve değişmez değil, tarih dışı değildir. Kadın ve erkek davranışları, aile ve kadına yönelik ayrımcılığın biçimleri de genelde modern unsurlarla birlikte evrilirler. Bu yaklaşım mağdurun hep mağdur olarak kalmasından başka hiçbir sonuç yaratmıyor.

Bu eğilimin diğer ucunda ise kadınlar için eşitlikçi ama başka bazı durumlarda hiç de eşitlikçi olmayan bir biçimde ulusalcılığa ve bazen ırkçılığa varan bir yaklaşım duruyor. Şiddetin sadece belirli bölgelerde olduğunu varsayan bu eğilim, bölgeler, ırklar ötesi bir olgu olan kadına yönelik şiddet konusunda son derece önemli olan bütünsel dayanışmayı bertaraf ediyor. Dolayısıyla bizden uzak “barbar” kültürlerin yaşadıkları bir sorun var ve bunun için eğitim şart. Sorun gelecek kuşaklara havale ediliyor, bugün için bir şey yapmak gerekmiyor.

*

Bütün bu yaklaşımların sonucunda olan kadınlara oluyor;  her gün erkeğin çıkarı için öldürülen kadınların çıkarı – ki burada yaşam hakkı - görünmez kılınıyor.

Oysa kadın cinayetlerini durdurmak için bugünün görevleri var.  Ölümleri durdurmak için acilen yerine getirilmesi gereken; kadınların korunmasının sağlanması, hukuken gerekli düzenlemelerin yapılması, merkezi siyasetin kadın düşmanı politikalarının geriletilmesi gibi görevlerin yanı sıra, uzun vadede kadınların ayakları üzerinde güçlü durmasını sağlayacak bütün imkânlar için mücadele bizi bekliyor.

*

Kadına yönelik şiddet siyasal bir meseledir. Evet, eğitim şart ama asıl olarak sistemli ve politik olarak işleyen erkek egemenliğine karşı kadınların da örgütlü ve politik mücadele etmeleri şart.

Kültürlerarası ortak olan en önemli şey, kadınların erkek şiddetine karşı direnme kapasitesinin, iktisadi kaynaklara erişimi ile doğrudan ilgili olması. Kadınların çalışma grupları olarak örgütlendikleri toplumlarda şiddet en düşük seviyede bulgulanmış. Şiddet kadar tehlikeli olan bir başa şey; şiddetin normalleştirilmesi döngüsü. Ve bunu kıracak olan da, kadınların ayakları üzerinde durması, çalışması ve toplumun da bilincini açan politik mücadelesi olacak.

*

Türkiye’de feminizmin toplumsallaşabilmesi, ancak toplumun geniş kesimlerinden kadınların uğruna öldükleri haklara sahip çıkmaktan geçecektir.

Toplumsallaşabilen bir feminizm de böyle mümkündür.

Kadınların yaşam sevinçlerine ve yaşamını seçmek için gösterdikleri dirence saygı duyarak, şiddeti sadece bir kültür, din, psikoloji, cehalet, uygulama ve kanunları çiğneme meselesine indirgemeden, kendimize benzeyen - benzeyemeyen kadınların ölümlerini durdurmak bugünün en hayati görevidir.