Tarih sizi bazen önemli bir toplumsal sorunun çözümü konusunda, hep aynı şeyi söylemeye mecbur bırakabilir. Uzun bir süre aynı sözü tekrarlayabilirsiniz ve bazen bu size bile boşuna gibi görünebilir.

Ama hiç boşuna değildir.

Tıpkı yüzyıl önce oy hakkı mücadelesi veren kadınların sonuç almak için en az elli yıl aynı şeyi istemek zorunda kalmaları-bırakılmaları gibi.

Açık bir eşitsizlik yaşanıyor ve devam ediyorsa, sizin de çözümüne yönelik sözünüzü tekrarlamaktan başka yolunuz yoktur. Sorun çözülmüş ya da yokmuş gibi davranamazsınız, mecburen bu hakkı elde edene kadar devam eder bu.

Bir hakkı elde etmek de sadece hukuken teslim edilmesi de değildir;  o hukukun uygulanması, yaşam bulmasıdır. Artık o aynı sözü söylemenin bir sonlanım noktası, ancak bu nokta olabilir.

Gelelim buradan kadın cinayetlerini durdurma mücadelesine.

Baştan şu ayrımı da yapalım; kadına yönelik şiddet denilince ezberlenmiş soyut klişeler çoktur; eğitim şart, zihniyet dönüşümü lazım, erkekler de şiddet görüyor gibi…

Neyse ki, böyle uzak ufuklara bakarak, yukarıdan ve soyut konuşmak pek fazla toplumsal karşılık da bulmaz. Çünkü kadınların kafası sanıldığı gibi karışık filan değildir, çok nettir. Kadınlar da, toplum da yaşadıkları somut meseleye dair net bir söz, net bir çözüm bekler.

Dolayısıyla kastettiğim sürekli dile getirdiğiniz somut hak talebiniz ile sorunu örten-çözümü erteleyen yaklaşımın ilgisi yoktur, aksine kadınlar için bu tip klişelerden kurtulmak hayırlıdır, ilerleticidir.

Bir yandan bu klişelerle de uğraşırsınız ama esas konu; elde edene kadar tekrarlamak durumunda kaldığınız atılmamış adımlardır.

*

Şimdi bize en çok şunu soruyorlar; “Kadın cinayetleri konusunda ne değişti? Özellikle Özgecan’dan sonra ne gibi adımlar atıldı, yasa ne oldu?”.

Cevap veriyoruz;

Çözüm yönünde hiçbir adım atılmadı. Aksine sorunu çoğaltan bir gidişat başladı.

Kadın cinayetlerinde mevcut tablo şudur; takip ettiğimiz davalarda kazanıyoruz, ceza indirimlerini fiilen durdurduk. Ancak henüz yasada değişiklik yapılmadı, yasa mücadelemiz devam ediyor. Daha da önemlisi kadın cinayetlerini durduramadık, ne yazık ki cinayetler ve diğer şiddet biçimleri artarak devam ediyor.

Neden – nasıl böyle oluyor? Cevap vermek, davalarda olduğu gibi asıl bu noktada kazanmamız için gerekli. Böyle baktığımızda şunu görüyoruz: erkek şiddetini cezasız bırakan indirimlerin durmasını çok yolculuk, çok emek ile adeta o duruşma salonlarını kuşatan bir mücadele ile sağladık. Ve aslında bu noktada bile atılması gereken esas adım atılmadı, Ceza Yasası tadil önerimiz hala yasalaşmadı. Bu sonuçları biz kendi özgücümüzle fiilen elde ediyoruz.

Bununla beraber, bizi kuşatan genel siyaset ortamında kadınlar lehine tek bir adım atılmadığı gibi, tam tersine bir gidişat var.

Biz mahkemeleri kuşatıyoruz ama orayı da Türkiye’nin genel gidişatı kuşatıyor.

Bir yanda yaşam hakkı ihlallerinin her gün yaşandığı savaş ve şiddet ortamı, öte yanda merkeze kadını hedef olarak koyan modern hakların tümüne yapılan saldırı, tüm topluma sürekli İslami hayat tarzının dayatılması ortamında, bütün bunların bir sonucu olarak kadın cinayetleri artıyor.

Bu yüzden bir anlamda “Batılı” yaşam tarzının da sembolü olan Bağdat Caddesi’nde bile cinsel saldırı açıktan olabilir hale gelebiliyor. Tesadüf değil.

*

Kadın cinayetlerinin sürmesinin kök nedeni; sorunun temelinde kadınların modern haklarına kavuşma mücadelesi yatarken, bu durum kafalarına yatmadığı için tersine bir siyaseti zorlayanlardır. Kadın cinayetini değil, bir toplumun modernleşme göstergesi sayabileceğimiz “boşanmayı” bir sorun haline getirenlerdir. (Bu arada bunun için kurulan komisyonun ilk toplantısında, Aile Bakanlığı’nın kendisinin yaptırttığı “boşanma nedenleri araştırması” bile, kadınların “şiddet” nedeniyle boşanmak istediklerini ortaya koymuş. Kendi dünya görüşleriyle yaptıkları işlerde bile karşılarına duvar gibi bu toplum gerçeği çıkıyor, iyi oluyor).

Ancak çağlar öncesine ait olabilecek türden kör bir şiddeti; IŞİD tarzını, mafya tarzını, kontrgerilla tarzını açıktan uygulayıp topluma izletenler, kadın cinayetlerinden de sorumludur.

Diyanetin hukukla bağdaşmayan fetvaları, kadın cinayetlerinden de sorumludur.

Kaymakamlara “mevzuatı bir yana bırakın” diyebilen bir cumhurbaşkanı, koruma kanunu mevzuatını uygulamayanlara güç veriyor, kadın cinayetlerinden de sorumludur.

Topluma hesap vermek yerine Diyaneti sahiplenen, şu anda tek icraatı medyaya “geleneksel aile değerleri” ayarı vermek olan Aile Bakanı, kadın cinayetlerinden de sorumludur.

Yıllar sonra ilk defa görevini yerine getirip kadın cinayeti verisi açıkladığı halde onu da tutarsız yapan ve kadınları korumayan Emniyet, sorumludur. 

Ve elbette mevcut haliyle erkek şiddetini aklayıp, nerdeyse kadınların yargılanmasına imkan veren yönleri olan Türk Ceza Kanununu değiştirmeyenler, İstanbul Sözleşmesinin uygulanması ve yasada karşılık bulması için çaba göstermeyenler sorumludur. Şiddete uğradığı halde yine de kadınların suçlanmasının yasal olarak önü kapatılmadığı sürece Bağdat Caddesi sonrasında “o saatte ne işi vardı” diyebilen çıkacaktır.

*

Bu liste daha uzar gider. Burada iyi olan şey; kadın cinayetlerinin sürmesine neden olanlar silsilesinin, her girişimlerine kadınların direnerek cevap veriyor oluşudur.

Bu gidişata karşı kararlı bir kadın direnişi, durumu da değiştirebilir.

Kadın düşmanları çok güçlü görünebilir, ellerinde çok imkan var görünebilir ama işin aslı öyle değil. Haksız oldukları için, onlarda özgüven sıfır. Diyanet işinde ne yapacaklarını şaşırdılar işte, önce gazeteci suçladılar, sonra “paralel komplosu” dediler, kadınların tepkisi dinmeyip her yeni sorunda Diyanet sorumlu tutulunca, şimdi de Bilgi İşlem Daire Başkanını açığa almışlar.

Savunacakları mantıklı siyasal gerekçelerden yoksunlar. İşleri sadece kör şiddet yöntemlerine ve bunu örtmek için kullanmak zorunda kaldıkları inandırıcılıktan uzak vıcık vıcık bir “maneviyat” uydurmaya kalmış durumda. Bu paradoksal biçimde hem bir zorluk yaratıyor hem de zayıf noktalarını; toplumu inandıran siyasetten yoksun olduklarını ortaya koyuyor.

Temel araç seçilen Diyanet’in de işi zor. Çünkü gidişat açıklanabilir ve sürdürülebilir değil.  Yol bulamıyor, saçmalıyor o da. Hiçbir semavi dinde olmayan rezillik derecesindeki haksızlıklar kabul ettirilemez ki. Toplum kabul etmiyor, sessiz kalmıyor, tıpkı “aşırı tutku indirimini” midenin kabul etmemesi gibi, reddediyor.

İşte umut edeceğimiz yer burası. Kadınların kararlı direnişi ve tıpkı davalarda ortaya konulduğu gibi bir mücadele ortaya koymak, zayıf olan bu dengeyi hepten sarsabilir, durumu değiştirebilir. İşte o zaman cinayetlerin durmasını sağlayacak genel bir siyasete de yaklaşabiliriz.

Kadınların durumu tıpkı bir “matruşka” gibi. İç içe geçmiş sorunlarımızın çözümüne ve güzel günlere, bütün halkalarda sabırla mücadele ederek kavuşacağız.