Hakan Öztürk / hakanozturk1871@gmail.com / 2012.09.18

 
Ayaklanan insanlar Libya’da Amerikan diplomatlarını öldürdüler.
 
Amerika bu işe çok bozuldu. Tunus ve Sudan’daki diplomatlarını da geri çekiyor.
 
Kitleler kimse kusura bakmasın bu işler böyle dedi. Kılıcını attı.
 
Kitleler Hz. Muhammet’e laf söyletmediler. İnsanlığın iyiliği için savaşmış peygambere sonuna kadar sahip çıktılar.
 
Hz. Muhammet’e sahip çıkmak bütün peygamberlere sahip çıkmaktı çünkü.
 
Tepki gösteren insanlar öfkeliydi, arayış içindeydi ve mutsuzdu.
 
Gelecekle ilgili ümitleri iyice azalmaktaydı.
 
Gelecekle ilgili ümitleri azaldıkça, geçmişteki büyük deneyimlere sahip çıkıyorlardı.
 
İnsanlık ne yapabilirdi ki? Yakın zamanlardaki kendini iyileştirme deneyimlerinden büyük bir hayal kırıklığıyla çıkan insanlık hiç değilse bindörtyüz yıl öncekine atıf yapıyordu.
 
İnsanlık yaslanabilecek sağlam şeyler arıyordu. Sağlam tek şey daha önce denenmiş olan asrısaadet gibiydi. Belki o zamanların ilkelerine güvenilebilirdi.
 
Çelişkiler devam ediyordu. Zengin ve yoksul devam ediyordu. Aç ve tok devam ediyordu. Çalışmaksızın paradan para kazananlar devam ediyordu.
 
Bu böyle olmazdı ki. Olamazdı.
 
Bir yolu bulunmalıydı ama artık hiç kimsenin önerebilecek yeni bir planı yoktu.
 
Hiç kimse kendi aklına ya da bir başkasının önerebileceği yeni bir akla güvenemiyordu. İnsanlığın ortaya attığı planlar işlememişti. Tamam, iyi fikirler vardı ama yapılamıyordu işte.
 
Başka bir dünya mümkün diyenler vardı.
 
Bu denge gibi gözüken şey suni bir dengedir diyenler vardı.
 
Sen de büyük şairler gibi dizeler yazabilirsin diyen büyük şairler vardı ama insanlık cesaret edemiyordu.
 
Bir yandan da çünkü herkes bu cesaret verici olanları kötülüyordu.
 
İnsanlığın kafası karışıktı.
 
İnsanlık kafası karışık olduğu zaman da en eski zamanlarına, en eski yurduna dönüyordu.
 
Hiç değilse orada anne şefkati vardı, vicdan vardı, kardeşlik ve eşitlik vardı.
 
Bunlarsız yaşamak çok kötüydü. İnsanlık bunu biliyordu. Hep öfkesi, hep ağlaması bundandı.
 
Çözmek istiyordu her şeyi. Ufka yaklaşmak istiyordu ama denizden korkuyordu artık.
 
Bir yere gidecekse tamamen kıyıyı takip etmek gerektiğini düşünüyordu artık. 
 
Kıyıyı mutlaka görebileceği bir mesafede durmalıydı.
 
Ayakları kuma değmeliydi.
 
Problem şuydu:
Bu güvensizlikle ufka doğru gidilemiyordu.
 
Evet bu şekilde kimsenin başına kötü bir şey gelmiyordu ama bulunduğumuz kara parçasından öteye de gidilemiyordu.
 
Ufka yolculuk demek bir başka kara parçasına gidebilmek demekti.
 
Biz onlarca yıldır büyük bir kara parçasına doğru yüzmedik.
 
Yüzemedikçe yüzemedik.
 
Sonra gelen kuşaklara yüzmeyi öğretemedik. Yüzmek sadece yüzerek öğrenilecekken, oları yüzdürmedik. Su yutabilirler diye. Boğulabilirler diye.
 
Şimdi ise geleceksizlikten, ufuksuzluktan boğuluyoruz.
 
Gel gör ki ufka yaklaşmak, denizde ilerlemek sadece insanların tek tek yüzmesiyle mümkün değildir.
 
Eğer tarih ve toplum büyük bir tehlikeyle karşı karşıyaysa.
 
Nuh Peygamber’i hatırlamalıyız.
 
Nuh Peygamber’in bütün insan ve hayvan alemi için yaptırdığı büyük gemiyi hatırlamalıyız.
Düşünebiliyor musunuz?
 
Bütün milletlerin alındığı bir gemi. Büyük insanlığın, büyük gemisi.
 
Gözümüz kutup yıldızında yönümüzü tayin ederek yelken açmalıyız artık.
 
Hep kıyıyı takip etmek zorunda değiliz. Yıldızların yol gösterebileceğini öğrenmiş durumdayız.
 
Öğrenebiliyoruz, anlayabiliyoruz, tahmin edebiliyoruz.
 
Felaketler varsa peygamberler de var.
 
Felaketler varsa Nuh Peygamber de var.
 
Felaketler varsa Nuh Peygamber’in büyük gemisi de var.
 
Ufka ilerlemek için, çok büyük ve kutsal bir geçmişimiz var.