Türkiye’de Akdeniz Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesindeki yüz ve uzuv nakli girişimleriyle, son bir aydır gündemden düşmeyen “kompozit doku nakli”nin tıp tarihinde henüz kısa bir özgeçmişi var.

 
Ve hiç şüphesiz bu tarih tıp hizmetlerinin iktisadi biçimiyle yani hizmetin nasıl ve hangi amaçla sunulduğuyla da doğrudan ilişkili.
 
Kapitalizmin 70’lerden itibaren sürmekte olan 3. ve son bunalım evresinde, bir yandan tıp ve sağlık hizmetlerinde özelleştirme politikaları, öte yandan teknolojinin yardımıyla daha önce görülmemiş oranda ve nitelikte işlem ve müdahalelerin artması ve çeşitlenmesi söz konusu.
 
Yani olan biten yalnızca hastane ve ameliyat sayısının artması değildir. İşlem ve müdahalelerin niteliği değişmiş; çok değil on-yirmi sene önce ancak fantastik filmlere konu olabilen girişimler günümüzün gerçekleri haline gelmiştir.
Her şeyden önemlisi beraberinde bir dizi yeni etik tartışma yaratan bu gelişmeler, tıp ve sağlık hizmetlerinin bir hak olarak tanımlanıp kamusal olarak sağlandığı bir düzlemde değil, hizmetin piyasada alınıp satılabilir olduğu bir düzlemde vuku buluyor.
 
Yani alınıp satılır olması daha önce akla hayale gelmeyenler(organ, doku, beden, kan, yumurta, sperm, rahim, el, kol, bacak vd.) pazara taşınıyor.
 
Bu bakımdan Türkiye’nin gündemine oturan nakillerle ilgili değerlendirme yapılırken de beraberinde getirdiği sorunlar(Tıbbi-bilimsel, Etik, Hukuki, Psikososyal vb) hem ayrı ayrı incelenmeli, hem de Türkiye’de tıp hizmetlerinin içinde bulunduğu iktisadi- tarihsel arka plana bağlı kalınmalıdır.
 
Aslına bakılırsa, Türkiye’de ilk olan şudur; tıp hizmetleri şimdiye kadar görülmemiş oranda kapitalistleşirken, emperyal heveslerle politika yapılırken, 1998 yılında yüz naklinde başarılı olmuş bulunan Fransa bu alanda sollanmalıdır.
G-20’ deki Türkiye, buna mecbur görüyor kendini.
 
Yani gündemdeki doktorlar arasında rekabet meselesinin ölçeği başkadır; dünyasaldır. Kapitalizm kamyonunun böyle çarptığı tıp dünyasında üniversite hastanelerinin, doktorların rekabeti bu yapının kendiliğinden sonuçları bir bakıma.
Unutulmamalıdır ki, tarihi kişilerin hırsları yazmaz, nesnel toplumsal dinamikler yazar.
 
Ancak elbette bu, hastanelerin ve doktorların tutumlarını değerlendirmememizi gerektirmez. Bilakis Hacettepe’de bir hastayı kaybetmemiz bu aceleci ve hırslı sağlık politikalarının nelere mal olduğunun açık bir örneğidir.
 
En üst düzeyden başlar isek; Sağlık Bakanı Recep Akdağ, yüz, kol ve bacak nakilleriyle ilgili olarak, ''Bir yanlış yapılmış olsa herhangi bir yerde, bu mutlaka karşılığını bulur… Değerlendirmeyi bilim insanları, etikçiler, hukukçular yapacaklar” diyerek, sözü Şevket Çavdar’ın kaybedilmesinin ardından toplanan Bilim Kurulu’na bıraktı.
 
Bir anlamda “yargı bağımsızdır” tutumu alması, AKP’nin diğer anti demokratik uygulamalarının bir başka versiyonu.
Bu bilim insanlarına bu kadar itimat ediyorduysa, aynı insanların genel olarak sağlık politikalarının gidişatına ilişkin önerilerine ve özel olarak yeni uygulamalar olmasına rağmen etik değerlendirmesi yapılabilmiş olan kompozit doku nakliyle ilgili görüşlere keşke daha önce kulak vermiş olsaydı. Belki bu süreç can kaybı olmadan yaşanabilirdi. . 2003 yılından itibaren uluslar arası planda oluşturulmuş çeşitli kurallar, bugün Türkiye’de yaşadığımız kaybın ve tartışılan sorunların bütün yönleriyle ilgili uyarıda bulunmuşlar çünkü on yıl önce.
 
Bunların içinde en önemlisi; nakil kişiyi ömür boyu bağışıklık sistemini baskılayan ve yan etkileri yüksek ilaç kullanımına mahkûm bıraktığı için “yarar-zarar” dengesinin kurulacağı. Hekimden beklenen, hastanın kararlarına saygılı olmakla beraber, her durumda onu zarardan koruması.
 
Aynı zamanda hastaların çok gönüllü biçimde rıza verdiği ve cerrahları cesaretlendirdiği durumda dahi hekimin kariyer beklentilerinin ve para kazanma hırsının ön plana çıkmaması; yeni bir alanı keşfetmenin cazibesine kapılmaması,
Aynı zamanda pahalı ilaç kullanımını gerektiren bu tedavi imkanının herkes için eşit ulaşılabilir olmaması yönlerine on yıldır etik dünyası dikkat çekiyor.
 
Kuşkusuz kompozit doku nakli önemli bir imkan; hastanın kendi vücut dokuları kullanılarak yapılan geleneksel cerrahi yöntemlerin (yıllarca sürebilecek sayısız operasyon gerektirmesi, belirgin yara izleri bırakması ve mimik yeteneği kaybolduğundan yüz ifadesinin yeterince sağlanamaması gibi nedenlerle) yetersiz kaldığı durumlara göre, bu nakillerin çeşitli üstünlükleri var. Böylelikle daha derin dokuların hareketine izin veren bir yöntem elde ediyoruz. Ancak böbrek, kalp, karaciğer gibi işlevsel organların nakilleri birçok insan için hayat kurtarıcı olması yönüyle genel bir kabul görürken, burada söz konusu olan “hayati olmayan tedavi” yaklaşımı hem tıbbi hem de etik olarak halen çok tartışmalı.
 
Yani hiçbir şey Almadavor filmindeki gibi olmuyor.
 
Birincisi her arzu edilen şey gerçekleştirilebilir mi?
 
İkincisi her gerçekleştirilebilen şey ahlaki olarak haklı çıkarılabilir mi?
 
Tartışma devam ediyor.