Toprak ana, en başından itibaren, insanlığın emek sürecine ışıl ışıl sundu bereketini.

 
Yiyecek verdi, içecek verdi. 
 
Kendini koruyacak taş verdi, maden verdi. 
 
İnsanlığın aklına, fikriyle tasarlasın, emeğiyle işlesin diye, elinde avucunda ne varsa sundu. 
 
Sözün kısası toprağın -yaratıcı emek gücüne sunduklarıyla- insanlık üzerinde hakkı büyüktür. 
 
İnsanlık kimi kez bildi kıymetini onun, şükran duydu, kimi kez bilmedi, yıllar geçti. Sonra bir dönem geldi; insanlığın azınlığı, kendilerinden geride kalan en büyük çoğunluğun ve toprak ananın ve doğanın ve neredeyse dünyanın bütün canlılarının sahibi sandı kendini. Kıymet bilmek şöyle dursun, o azınlığın kendinden gayrı herkesi-herşeyi sömürmekle varlığını sürdürmesini sağlayan bir sistem geldi. 
 
Kapitalist üretim koşullarının hakim olduğu zamanlar ile “kan, ter ve gözyaşı” geldi. 
 
O zamana kadar görülmemiş ölçek ve nitelikteydi “ter”; üretim araçları sahip olmak ya da olmamak ile belirleniyordu. 
 
Üretici güç mülksüzdü ve o yüzden her sabah ter dökme cehennemlerine; işyerlerine gitsindi,
Üretilenin yeterince satışı yok ise, kriz belirmiş ise “kan” konuşacaktı; savaş çıksın, üretici güç cephelere gitsindi. 
 
Mümkünse dünya savaşı, değilse sayısız bölgesel savaş olabilirdi. 
 
Gülmeyi sömüren azınlığın sahipliğine sunan, en büyük çoğunluğa “göz yaşı” reva gören bir sistem geldi, masaya oturdu. 
Doğaya yaklaşımda ise değişen bir şey yoktu. Verdikleri için şükran duymak yerine, doğanın damarlarına sonuna kadar sömürmek üzere girdi. Yeryüzü için Auschwitz ve Hiroşima dehşetlerini bile gölgede bırakacak kadar tahripkar bir gelecek üretti.
 
Bütün bunlarla yetinmedi. Ve sonra tuttu ne yaptı biliyor musun, toprağı bir de göstere göstere yaptığı bu “kirli” işlerin dışında, gizli kirli işlerine bulaştırdı. 
 
Oturduğun masayı ben yaptım, benim fikrim var, bu masada benim de sözüm var diyene yöneldi. Her ne sömürücü-ezici düzen ise o masadaki, onu sürdürmek için, topraklarla örtmek istedi itiraz edeni. 
 
 
Topraktan meyva bekleyen insanlıkla başladık,
Bugün bizim coğrafyamızda topraktan ne çıksın diye bekliyoruz ? Bilmiyor olabilirsiniz. Onların gazeteleri, televizyonları bunu anlatmıyorlar çünkü. 
 
Topraktan evlatlarının kemikleri çıksın diye bekliyor bu ülkede insanlık. 
 
Dargeçitte, İçkale’de, Kars sınırından aşağıda Suriye sınırına uzanan coğrafyada heryer bu ihtimalle dolu. 
 
Ve bu ihtimal, bir tarafı acıdan süzülmüş olsa da, topraktan yine de umut ve mutluluk bekliyor. 
 
Öyle anlatıyorlar kuyuların başında evladını arayan kayıp yakınlarını. Elleriyle kuyuları kazarken, on, yirmi, otuz senedir kavuşamadığına kavuşmak umuduyla nasıl canlandıklarını anlatıyorlar. 
 
Nereden nereye. Meyvaya benzemiyor hiç orada bulunacak olan. 
 
Cansız kemikler, topraktan çıkan ölüm.
 
Ama bir taze meyva kadar canlılık getiriyor, ona kavuşmak isteyene. 
 
“Bu ülkede sabah namazlarına kadar uyuyamayan anneler” var çünkü. O anneler bu anı beklediler yıllar, günler, saatler, dakikalar boyunca. 
 
 
Matem hakkına kavuştuğu için mutlu olabilen bir insanlık var bu ülkede.
 
Teşbihte hata olmaz; tıpkı Taksim Meydanı’na çarpışa döğüşe kavuşmamıza benziyor. 
 
Biz Taksim Meydanı’nda neye koşuyorduk ki? 
 
Sadece şehitlerimizin hatırasıydı orada sarılmak istediğimiz. 
 
Ve onlara sarıldığımızdaki mutluluğumuzla, hayatta hiçbir şey boy ölçüşemez. 
 
Ve ne Taksim Meydanı’nı, orada bizim sayemizde eylem yapabilen ve buna gönül indiren ırkçı faşistler, 
Ne de evlatlarımızın hatırasını, onları aradığımız kuyular için ileri geri konuşan alçak sağcı politikacılar kirletemezler. 
Ve toprak, onun kıymetini bilene ana olmaya devam edecek.