Münevver Karabulut cinayetinin son duruşmasında, katil için verilen kararın açıklandığı andayız...
Her kadın cinayeti davasında olduğu gibi Kadın Cinayetlerinin Durduracağız Platformu adliye kapısında. Son iki yıldır,bu davada on iki defa, yaz kış, yağmurda çamurda adalet isteyen kadınlar, cinayetleri durdurmak için kararlı. Bu sefer duruşma çok uzun sürmüş, akşam olmuş, hava soğuk ve karanlık. Her yaştan, her kuşaktan kadınlar, elleri yüreklerinde ve akıllarında, büyük bir dikkatle kararı bekliyorlar.
Nihayet mahkeme salonundan haber geliyor, ortalık birden bire hareketleniyor, etraftaki kafelerde dağılmış çay içen basın ordusu bir anda adliye kapısında büyük bir itiş-kakışla etrafı sarıyor. Karabulut ailesi ve avukatlar ile kadın eylemi buluşuyor ve demeçler başlıyor.
Havada, hem katile üst sınırdan ceza verilmesinin verdiği buruk bir iç rahatlığı var, hem de acı hiç bitmiyor. Giden gitmiş, bu kararla Münevver geri dönmüyor.
O sırada, aile, avukat ve eylemdeki kararlı kadınlar basına konuşurken, dört bir yan bütün
kadın cinayetleri davalarındaki gibi ağır bir duygu yüklü iken, karşıdan basının içinden bir ses
geliyor; “pankartı indirin”.
Bu sözün, bu cüretin sahibi kim?
Polisin, mahkeme heyetinin, Garipoğlu ailesinin -kadın eylemi nedeniyle kimyası bozulan-
avukatlarının, hiçbir kuvvetin indirtemediği ve indirtemeyeceği pankart için, hiç hakkı olmadan
konuşan bu densiz basın mensubunun,
Başbakanın yaptığı toplantılarda ayar yiyen bu adına gazeteci diyemediklerimizin,
Polisten çok polis, kraldan çok kralcı olan, en uç örneklerin muhbirlik, ortalama örneklerin plazalardan bağlandıkları internetten haber yapmak, patronların davetlere katılmakla meşgul olduğu bu basının neye benzediğini, bu hafta Cüneyt Özdemir açıkladı:
“Medyadaki Maymunlar Cehenneminden Kaçamayış” yazısıyla, Türkiye’de iletişim araçlarının ne hale geldiğinin iyi bir özetini sunuyor ve çok isabetli bir yorum getiriyor, eline aklına sağlık. Gazetecilik budur. İyi muhabir, iyi gazeteci profilini tarihten silmeye çalışıyorlar, Özdemir iyi yetişmiş son örneklerden biri olarak bunu tahlil ediyor.
Münevver Karabulut cinayetinin son duruşmasında, katil için verilen kararın açıklandığı andayız..
Haberciye verilen ayar şu; siyaset haberciliğinde bürokrata soru sormayacaksın, sorarsan bir
daha yanına yaklaşamazsın. Ekonomide değil hükümet politikası eleştirmek dünya ekonomik
dengelerinden bile bahsetmeyeceksin, kesinlikle emekçiyi değil şirket promosyonlarını haber
yapacaksın. Kültür, sanat için sosyal medya, sporda ise futbol neyine yetmiyor? Aç interneti, maçı ya da TV dizilerini yap haberini.
Akıl, fikir arama.
Bu dünyada olmanın, bu ülkede yaşamanın bugün ne anlama geldiğini yorumlamak mı? Yasak. Şimdi gazeteciliğin esas varlık sebebi olan bütün değerlerin yasaklı hale gelmiş olmasından ve bunun sonuçlarından kimse memnun değil. Ama bu hale nasıl geldiğini de söylemiş Özdemir; kendi içinde budüzenin bekçiliğini, işbirlikçiliğini yapanlarla, baskı aygıtlarının ayarlarını her seferinde istekle kabul edenlerle geldi.Ama bütün bunlardan daha önemlisi şudur; bu kirli çaba sonuçsuzdur.
Bütün bir insanlık tarihi her seferinde bunu yeniden kanıtlar. Bastırılmak istenen, görünmez kılınmak istenen, ne kadar bastırırsanız o kadar geri gelir.
Yasakladıklarınız sözcük sözcük, kare kare gelir toplumun vicdanına oturur.
Gelir de nasıl gelir?
Ancak adaletin, aklın, direncin sözcüklerini, suretlerini sahiplenen bir mücadele ile gelir.
Bu bir tabiat kanunu gibidir, böyle bir mücadele var ise geri gelir gerçekler, yok ise unutulur.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformunun mücadelesinden sonra , kimse “aşk cinayeti,
kıskançlık cinayeti” diyemez artık. “Kadın cinayeti” demeye, adıyla ve politik içeriğiyle söylemeye mecbur kalır olanı. Zaman Gazetesi bile.
Mücadele var ise, “gazeteler yalan, yalan yazıyor. Radyo televizyon zulmü övüyor” şarkıları yeniden yazılır; bizim sözcüklerimiz ne kadar yok edilmek istense de gelir ışıl ışıl oturur gündemin merkezine.
Krizi her seferinde sadece bankacılarla, finans uzmanlarıyla konuşmak isteyenler, Wall Street var ise, Londra sokakları var ise, artık buna devam edemez, krizden etkilenlerle konuşmak zorunda kalır.
Sözcükler değişir; bozuk plak gibi sürekli “borç”, “kredi” diyen iletişim araçları,
Artık “işgal”, “direniş”, “iş imkanı” sözcükleriyle barışmak zorunda kalır.
Böyledir bu. Bir tabiat kanunu gibi; ne kadar gerçeği bayrak yapan bir mücadele ortaya çıkarır isek, o kadar yıkarız zalimlerin yalan kalelerini.
Ayrıca yalan gerçekler karşısında o kadar zayıftır ki, kumdandır yıkılır.
Sonra yeni yalanlar, hatta tam bir kara propaganda başlar direnenler için.
Ama artık kumların altından “Tüm dünya halkları bilir gerçeği”de çıkmıştır. O gerçeği bizzat bedeninde yaşayanlar, o sihirli sözleri duymuştır bir kere, unutmaz.