Türkiye’de son dönemde “enerji” konusunda önemli bir hareketlilik yaşanıyor.

 
Bir yandan devletin, geri dönüşü olmayan biçimde doğaya zarar veren enerji politikaları ve bununla ilgili projeler, diğer yanda yaşadığı yere, doğaya sahip çıkan bu projelere karşı canını ortaya koyarak direnen halklar, enerji konusunu toplumun gündemine bir mesele olarak taşıdı.  
 
Türkiye’de toplumun gündemi nde her zaman hayat memat meselesi dediğimiz türden sıcak sorunlar ve direnişler vardır. Ancak yaşmaklı teyzeler, bastonlu dedeler, Karadeniz’den  Akdeniz’e Malatya’dan son olarak Isparta’ya gençler ve direnen her kuşaktan halk, bu seferde hem hepsinden ayrı, hep hepsiyle ilişkili bir yeni direniş türü icat ettiler.
 
Sağolsunlar onların sayesinde sosyalistler olarak biz de enerji meselesini daha fazla konuşuyor hale geldik. 
 
Türkiye’nin her deresinin her karışı için planlanan HES’leri öneren kafa diyor ki; “Enerji de dışa bağımlıyız, açığımız var, kendi yağımızla kavrulalım hatta biz enerji ihraç eder hale gelelim, büyüyelim, kalkınalım, istihdam yaratalım istiyoruz. Buna direniyorsunuz, vatan hainisiniz. Üstelik biz çevrecinin daniskasıyız;  karbon salınımı ve, küresel ısınmayı azaltıyoruz.”
 
Bu iddialara bakalım şimdi;
 
Enerji politikalarını ya da mevcut haliyle politikasızlığı anlamak için, “Bu kadar enerji neden ve kime gerekli?” sorusuyla başlanmalı. Daha fazla enerjiye ihtiyaç duyan en büyük güç, daha fazla büyümek isteyen şirketler-kapitalizmdir. Tıpkı bir kanser hücresi gibi. Kanser hücresinde akıl aranmaz, tek amacı büyümektir, delirmiştir ve diğer bütün hücrelerin mahvına neden olarak, kendinin büyümesinden gayrı hiçbir hücreye -hiçbir yana- hiçbir hayrı dokunmadan çoğalır da çoğalır. Sonunda yıkımı getirir. Bugün bu noktadayız; gezegenin yıkımını göze alan delirmiş bir büyüme güdüsü. Bunu konuşmadan enerjiden konuşulamaz.
 
Dışa bağımlılık konusuna gelince; Türkiye’de bağımlılığı en yüksek düzeyde yaratan enerji doğalgazdır; toplam enerjinin %80’i fosil yakıtlardan ve bunun yarısı da ithal edilen doğalgazdan gelir. Dışa bağımlılığı azaltmak isteyen bir hükümetten beklenen “Köylere kadar doğalgaz götürüyorum” diye hava atmak yerine mesela önce bunun yerine seçenek üretmektir.
 
Buna karşılık bizimkiler bula bula HES seçeneğini ortaya çıkarmıştır. Bu aslında bir seçenek bile değildir; TMMOB’nin raporuna göre binlerce projenin hepsi tamamlanıp çalışsa bile ideal şartlarda toplam enerjinin en fazla % 5’ini karşılayabileceklerdir ve yine aynı rapora göre bu böyle bile olmayacaktır çünkü  projelendirilen oranda-güçte su kaynakları zaten yoktur.
 
Yani birincisi suya el konularak  o bölgede yaşayanlar için, ikincisi mahvına neden olarak doğa için geri dönüşsüz bir yıkım yaratacaksınız ve bunun IMF’den alınan kredi dışında bir karşılığı olmayacak.
 
HES gerçeği budur ama bize durmadan istihdam, kalkınma yalanları söyleniyor. Bunlar yalan; HES’in o bölgede yaratacağı istihdam inşaat sırasında belli sayıda emekçi, proje tamamlandığında -o da baraj çalışırsa- bir tane gece bekçisinden ibarettir.
 
Çevreciliğin daniskasına gelince; akan bir suyu durdurarak kapalı bir alana hapsetmenin kendisi ısınma yaratan bir süreçtir, yani HES’ler küresel ısınmayı değil azaltmak ona katkı sağlar. Karbon konusunda ise bu kadar dolayıma bile gerek yoktur, hükümet açıktan karbon ticareti yapmaya ve doğamızı emperyalizme temiz havayı satarak- bir de bu yol ile pazarlamaya kararlıdır.
 
Son olarak “Dereler boşa akıyor” sözü de, yepyeni süper bir fikir değil, iki yüzyıl önce ABD’de bugün geri döndükleri barajlar meselesine yeni başladıklarında Amerikan yöneticilerinin arkaik ve artık kendilerinin de uygulamaktan vazgeçtiği bir söylemdir. Bugün dünyada olduğu gibi Amerika’da da  -kapitalizmin kendisiyle uğraşılmadığı sürece tam olarak çözüm olmasa bile-  enerji konusunda yeni arayışlar vardır ama bizde bu bile yoktur; Çernobil olduğunda çay içen kafa hiç değişmemiştir.
 
Oysa Marks’ın çok duru ifade ettiği gibi; “Bir ulus diğerlerinden öğrenebilir. Öğrenmelidir de.”
 
Sonuçta bütün bu iddiaları yerle yeksan eden en temel şey ise, hakların canını ortaya koyarak ve yalnızca kendileri için değil, başka insanlar-gelecek kuşaklar ve onunda ötesinde kendi soylarından bile olmayan bir başka varlık yani doğa için direnmeleridir.
 
Yaşmaklı bir teyze ne zaman dozerlerin ve gaz bombalarının önüne atabilir kendini?
 
Ve neler neler açığa çıkarmaz ki bu tablo:
 
Sistemin ne olduğunu açığa çıkarır; HES sürecinde doğayı savunan hukukçular, müvekkillerinin en çok Orman Bakanlığı’nın ormanın değil de, şirketin arkasında durmasına şaşırdıklarını anlatıyorlar.
 
En büyük baskı aygıtının, o teyzelerin üzerine oğulları yaşında jandarmaları göndermesiyle, devletin gerçek yüzü açığa çıkar.
 
Ve demokrasi açığa çıkar; o bölgede etnik-din-siyasi bütün farklılıklar, doğa için ortak mücadele yürütür hale gelir. Geçtiğimiz hafta Sinop Gerze’de termik santrale karşı mitingte de olduğu gibi. Hani enerjide dışa bağımlılığı azaltacağız derken, Rusya’dan ithal edilen tonlarca kömürle çalıştırılması tasarlanan santral.
 
Bütün bunlarla beraber, aslına bakarsanız doğa için direnmek; kentsel dönüşüm denilen yıkımlar sürecine de benzer,
 
Emeğinin hakkını almak için, buz gibi sulara dalan Tekel işçilerine de.
 
Geleceğini kazanmak için genç insanların,
 
Evladının ya da evladı gibi olanların canlı ya da cansız bedenine kavuşmak için anaların kendilerini ortaya koymasına da benzer bu direniş.
 
Marks’ın uluslar için söyledikleri, direnişler için de geçerlidir;
 
Bir direniş diğerinden öğrenebilir. Ve öğrenmelidir de.