Bir tekerleme gibidir ama genelgeçer bir doğrudur ‘değişmeyen tek şeyin değişimdir’ sözü… Hele ki pek okumamış olsanız da bu tekerleme hayat kurtarır; bir de siz tekrarlarsınız, marksist olduğunuzu kanıtlamış olursunuz. Zaten bugünkü siyasi kültürel ortam da sizi pek zorlamaz. Biraz zorlayanı da ‘meczup’ olarak tanımlamayı tercih eder. Zira hem tekere çomak sokmuş olur bu zorlayanlar hem de düşünmeye sevk etmek gibi kötü bir etkileri vardır. Yani gereksizdirler!
Değişim mi ters takla mı?
Değişmeyen tek şey değişimdir ama değişim dediğiniz sürece tabi olan şeyin belli özellikleri vardır. Değişim bu özellikler doğrultusunda olur. Hani evrimden örnek verirsek, Galapagos Adaları ispinozları, çevresel değişimlere uyum sağlamak için gagaları ve pençelerinde belli bir değişim geçirir ama hiçbir zaman pelikan olmaz! Ama bu ülkede olabiliyor. Mesela marksist-leninist olduğunu iddia edenler bir bakıyorsunuz radikal demokrat olmuş. Bu yine belli ölçüde anlaşılır da ‘sol liberal’ gibi ne idüğü belirsiz bazı ara formlar bile çıkabiliyor. Ki bu kesimin önemli bir bölümü liberalizmin öncülerinden bile daha geri olabiliyor! Bunun en bariz örneklerini Birikim dergisinin kalıntısı kanaat önderlerinde rahatça görebilirsiniz. En tipik örneklerinden biri ‘The Guardian dışında gazete, kargadan başka kuş bilmem’ tarzı bir değişim yaşamış Ümit Kıvanç olabilir mesela… Zaten karşılaştırmalı okuma ya da sahada gözlem gibi bir derdi olması gerekmez, tatsız bir sakız olmuş ‘mottoları’ uyarlamak yeterlidir olgulara… İşte bu yaklaşım, başta radikal demokrat ve varoluş sebebiyle bağını kopartmış sosyalistler tarafından da pek sevilen bir alışkanlık haline gelmiş bulunuyor. Bunun en bariz örneklerini Rusya-Ukrayna savaşına yaklaşımda da görmek pek mümkün. Neredeyse NATO’cu bir bakışla savaşı analiz etme durumuna düşmek bunlar için hiç de zor olmuyor. Öyle bir noktaya geliyorlar ki, bazı siyasal İslamcıların yorumlarından bile daha geri bir duruma düşebiliyorlar.
Dolap beygirliği marifet telakki edilirse!
Şimdi yukarıda tarif ettiğim yaklaşımın tam tersi bir yaklaşımı ele alalım. Kabaca kendini az bulunur ‘bolşevik’ ilan etmiş, anti-emperyalist obsesyona!.. Bu da çok konforlu ve şahane bir şey, hiç zahmetsiz ve her olguyu tek bir cümleyle açıklamak mümkün. Kaba ulusalcılığa mı savrulmuşsunuz ne gam… Var mı alıcısı, e var bolca… Prim yapar mı, yapar! Bu yaklaşımın en uç örneğini HKP’de, rutin ve çok ‘kırmızı soslu’ halini SİP geleneğinin iki temsilcisinde bulabilirsiniz. TKP ve TKH, bu yaklaşımın en dikkat çeken iki partisi. Tarihsel bağlam, diyalektik yaklaşım, olgu-süreç bağlantısı önemli değil, önemli olan aynı kalıbı her şeye uygulamak. Bazı durumlarda öylesine gerçeklikten kopuk bir hal alabiliyor ki bu, bir bakmışsınız, siyasi bir partinin sözcüsü değil de “bolşevik trendsetter’ı” gibi bir şey çıkıyor. Tartışılan konu unutuluyor, söz gelimi Vladimir Putin’in ve Rusya Federasyonu’nun sosyalist olmaması eleştiriliyor. Sanki Putin, “Ben marksist-leninstim” demiş! Ortalama bir Atatürkçü bile bu konuda daha doğru bir tarihsel bağlam yakalayabilir, daha düzgün bir tarihsel materyalist yaklaşım getirebilir. Bu duruş ‘değişmemek marifettir’, ‘biz kitaba sadık kalırız’ benzeri İslam tarihindeki Harici mantığı çağrıştırıyor. Ve yine de iddialılar, onlar diyalektik materyalist!
Çeviri mottoların dayanılmaz yüzeyselliği
Gelelim küresel kapitalizmin entelektüel hegemonyasından en çok etkilenen, içeriği boşaltılmış, buram buram kent orta katmanlarının yaşam tarzını hedefleyen ve pek moda olan başka bir yaklaşıma… Kimlik siyasetlerininin bugün geldiği nokta kabaca böyle özetlenebilir. Garip olan bu kimlik siyasetlerinin kendilerini sosyalist olarak tanımlayan siyasi yapıların ideolojilerini nasıl bu kadar mutasyona uğratabildiği! Etnisite, cinsiyet, ekoloji ve yaşam biçimlerine doğru genişleyen bu yelpazede öyle bir renk cümbüşü var ki, renksizleşmeye varmış bir sonuç ortaya çıkıyor. İçeriği boşaltılmış söylemler üzerinden yaşanan bu sözde ‘radikalleşme’ en çok da kimlik siyasetini vuruyor. Bugün kadın hareketi ve LGBTQ mücadelesinde yaşanan sert tartışmalar, suçlamaları izliyorsanız, bu eğilimi gözlemliyorsunuzdur. Diyebilirsiniz ki, “Sana ne kardeşim, o onların sorunu!” Ve haklı da olursunuz. Peki ama sosyalistlerin de benzer söylemleri, hiçbir eleştirel ve analitik süzgeçten geçirmeyip, birebir benimsemesine ne demeli? Burada tartıştığımız bu…
Pısırıklık seviyesinde görmezden gelme
Farklı bir konudan, çevre sorunları mücadelesinden örnek vererek gidelim. Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu’nda yaşanan tartışmalar sözgelimi… Daha pek çok inisiyatif ve platformda da benzer bir şey yaşanıyor ve yaşanacak gibi duruyor. Konu doğa talanı olduğu kadar aynı zamanda otoriter gerici bir rejime karşı mücadeleyken, bu proje sonucunda olumsuz etkilenecek tüm kesimlere ulaşmak amaç değil mi? Ama söz gelimi “Marmara Denizi’nde avlanan balıkçıları da bu mücadeleye çeksek…” dediğinizde, “Olmaz biz balık yemiyoruz” diyor birkaç vegan. Evet ama bu hayvan hakları mücadelesi değil, bu yaklaşık 25 milyon insanı doğrudan tüm ülkeyi ise yakından etkileyecek bir proje… Sosyalistlerden ne beklersiniz, bu mücadeleyi toplumun en geniş kesimlerine yaymak değil mi? Yok genelde sessiz kalınıyor, mantıklı davranmak isteyen bir grup bağımsız aktiviste kalıyor veganları ikna etmek. Veyahut maden ruhsatları… Öyle bir akıldışı noktaya gidiyor ki söylem, halk kesimlerinin desteğini almak imkansız hale geliyor. Mesele maden arama ve çıkarma ruhsatlarının şeffaf ve sınırlı sayıda verilmesi, doğaya en düşük tahribatın yapılması değilmiş de, tüm maden faaliyetlerinin yasaklanmasıymış gibi bir yaklaşım ortalığı galebe çalıyor. Ve yine sosyalistlerden mantıklı bir müdahale pek gelmiyor.
Önce kendin olabil ki, birlik de olsun!
Çok uzatmayayım… Sosyalistler özellikle Gezi Direnişi’nden bu yana bu akımların saldırgan tutumları karşısında pısırık bir tutum takınmayı tercih ediyor. Yine garip bir biçimde kendi aralarında ‘en sosyalist benim’ tavrıyla bir ‘mücadeleyi’ tercih ediyor. Peki ama neden? Hızlıca sayayım, artık bir parti ya da siyasi oluşum için program önemli değil… Taktik üzerinden bir siyaset oluşturulabileceği gibi bir alışkanlık egemen olmuş gibi. Bu elbette birlik ve cepheye yaklaşım için de geçerli. Aman birlik olsun da, nasıl olursa olsun? İyi de birlik için birleşmek, onun için de farklılıkları bilmek ve ona göre bir birlik gerekmez mi? Bunu sormayacaksınız, çünkü birlik karşıtı ilan edilebilirsiniz. Peki o birlikten hayır geliyor mu, etkin oluyor mu? Yok, işte girdik mi aynı kısır döngüye, 200 kişilik ‘lansman’, arada bir 100 kişilik eylem, kitlesel desteği olmayan inisiyatif ve platformlar…
Hal böyle olunca, kendi varoluşunu ispat etmek de anmalar, kutlamalar, türküler, sloganlarla sınırlanıp kalıyor işte…