24 Şubat’ta Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile başlayan süreç göçmen sorununu dünyanın gündemine yeniden oturttu. Bütün dünya kolektif bir çalışma ile savaştan kaçmak zorunda olan Ukraynalıların nasıl 2 hafta gibi kısa bir süre içerisinde  sınırları geçebildiğine tanıklık etti. Buna elbette ‘ne iyi’ diyebiliriz.  Ancak aynı hakların ne Afganlara ne Suriyelilere ne de siyahi göçmenlere tanınmaması bir gerçekle daha bizi yüzleştirdi: Kapitalist emperyalist düzen artık insanlığın tümüne dair bir çözüm sunma zahmetine dahi girmiyor.
 
Büyük güçler arasında adeta oyun topuna dönen, siyasi koz olarak kullanılan, sınırlarda donan, denizlerde can verenler hep göçmenler. Son 10 yıla baktığımızda sığınmacıların geçiş ve kalış noktası haline gelen Türkiye de bunun en canlı örneği.
 
Türkiye yayılmacı politikalarla payına düşeni almak için bir hevesle Suriye Savaşı’na dahil oldu. Ancak Suriye’deki rejim yıkılmadı. Bu süreçte ise akıllara botlarla Yunanistan sınırına geçmeye çalışırken Bodrum kıyılarına vuran kırmızı üstlü Aylan Kurdi’nin fotoğrafı kazındı. Türkiye, AB ile geri kabul anlaşmasını imzaladı, herhangi bir altyapı hazırlığına ve entegrasyon planına sahip olmadan Suriyelileri ilk olarak misafir statüsünde kabul etti. Bu anlaşma ile ırksal filtreleme de kurumsallaşmış oldu. AB ülkeleri ile düşülen bir anlaşmazlık sonrasında kısa süreli olarak serbest geçiş hakkını tanıdığını ilan etti. Göçmenleri Avrupa’nın sınırına yığdı. İşte tam da bu noktada Batı’nın tüm dünyada savunur gözüktüğü özgürlük ve demokrasi gibi ilkeleriyle ilgili tutarsızlığı da gözler önüne serildi.

Birleşmiş Milletler iltica ve geri göndermeme hakkını bütün dünya vatandaşlarını kapsayacak şekilde tanımlar: Ülkesinde kimliği ve siyasi eğilimi yüzünden zulme uğrama riski olan insanlar. Aynı zamanda ülkesinde savaş ve çatışma gibi nedenlerle başka ülkeye sığınmak zorunda kalanlar. Ancak yaşamak için sığınma mücadelesi veren insanlara Pazarkule’de ve Meriç kıyılarının sınırlarında Yunanistan tarafından duvarlar örüldü.  İnsanlara gaz bombası ve plastik mermiler sıkıldı, insanlar geri itildi ve ölüme terk edildi. Elbette burada sadece Suriyeli göçmenler yoktu. Ülkesinde 40 yıldır savaş devam eden, gelişmişlik seviyesinde sondan ikinci, pasaportu dahi tanınmayan Afgan göçmenler de çoğunlukla yer alıyordu.  Emperyalizm tarafından tarumar edilmiş bir ülkeden, baskıcı Taliban rejiminden, savaştan ve çatışmadan kaçmak isteyenlere özel misafir statüsü dahi verilmedi.

Ancak siyasi iktidarın bu hamlesi yalnızca geçici bir dış politika hamlesinden başka bir şey değildi. Hayalet statüsünde Türkiye’de en ağır işlerde, sonsuz dayanma gücü varmışçasına güvencesiz bir şekilde çalışan Afgan göçmenler elbette Avrupa’ya geçemedi. Çünkü anlaşmazlık çözüldü, Avrupa göçmenlerin tutulması için daha büyük paralar ayırmayı kabul etti. Örülen duvarlar nedeniyle daha geçtiğimiz Şubat ayında İpsala sınırında geri püskürtülen 19 mültecinin donarak hayatını kaybettiği haberine uyandık.
 
Emperyalist güçler ise Ukrayna’daki yeni savaş cephesinde aynı tutumu göstermedi. Kamuoyunda propagandalarına uygun olarak Avrupa sınırlarında güvenli koridorlar oluşturdu, trenlerle otobüslerle oldukça kısa bir süre içerisinde Ukraynalı göçmenleri kendi ülkelerine getirdi ve hatta vatandaşlarına kendi evlerini açmaları için çağrıda bulundu. Bu durum elbette olması gerekendir ve iyi bir gelişmedir. Ancak buradan Batı’ya ya da Avrupa Birliği’ne dair umut beslemek en hafif tabiriyle naifliktir. Unutmamak gerekir ki aynı sınırlardan siyahi göçmenler geçemedi, Fox News’ta muhabir “sarışın, mavi gözlü insanlar savaşlara alışık değildir.” cümlelerini sarfetti. Aynı kapılar 7 yıldır 4 milyon Suriyeli için veya ülkesinde 40 yıldır savaşla yaşamak zorunda bırakılan Afganlar için aralanmadı.
 
Şüphesiz 400 yıldır sömürgeci anlayışını da ırkçılık üzerinden anlamlandırmaya çalışmış olan Avrupa, bugün neofaşist bir bakışı da işliyor. Kapılar adeta “beyaz” olma filtresiyle açılıyor. Ne yazık ki Ortadoğu’dan, dünyanın güneyinden gelenler sınırların kapanması için artık faşist ya da aşırı sağcı bir hükümete dahi gerek kalmıyor.
 
Biliyoruz ki kendinin ve dünyanın sonunu getirmekte olan kapitalizm daha fazla savaşa, derinleşen eşitsizliğe ve gittikçe şiddetlenen iklim krizlerine yol açacak. Çok daha fazla insan yaşam hakkı için mülteci olmak durumunda kalacak. Son 15 yılda 25 bin insana mezar olan Akdeniz’e gözlerini kapatan sermaye güçleri ve kapitalistler kendi varlıklarından başka hiçbir şey düşünmeyecek. Ancak ve ancak örgütlü sınıf mücadelesi ile halkların kardeşliği sınırları yıkacak, eşit ve özgür yaşanacak.