Çağın ruhunu bilmek ve anlamak tabii ki bir mecburiyettir. Eğer ki kavrayamazsınız, çağı yakalayamazsınız. Ama mesele çağı yakalamak değildir sadece, varoluş sebebinize uygun bir şekilde kavramak ve ona göre çözümler, öneriler, örgütlenmeler ve eylemler gerçekleştirebilmektir. İşte bu noktada sisteme muhalif siyasi yapıların ciddi bir sorunu var. Temelde çağın ruhunu analiz etmek için kullanılan araçların sistemin tam da istediği araçlar olması en ciddi hata. Eğer ki bir siyasi parti ya da bir örgütlenmeyseniz bir programınız olması gerekir, bir de tüzük... Bu genelgeçer ve basit bir kuraldır. Bu yoksa parti veyahut örgüt değil, bir canı sıkkın arkadaş topluluğu tadında bir şeyler olursunuz. İşte sanırım yapısal sorun tam da burada başlıyor sosyalist ve radikal demokrat çevreler için (radikal demokrat terimini sürekli kullanmamın sebebi bu çevrelerin radikal demokrat olmalarından değil, kendilerini böyle tarif etmelerinden kaynaklı, onu da ayrıca belirteyim)... Eğer ki programınız bir sloganlar topluluğuysa ve bu sloganlar da eklektik ve popülist bir esinlenme üzerine kuruluysa, sizin çağın ruhuna uygun bir politik hat belirlemeniz pek mümkün olmaz. Akıntıya kapılmış bir yaprak misali gider önce bir şelalede ters yüz olur, sonra da denizde kaybolursunuz. Özellikle Gezi Direnişi’nden bu yana olan da hemen hemen budur.
Bizim gibi meclis olsun ya da olmaz olsun!
Bundan sonrasında analiz yumurtlamak yerine gündelik örneklerle devam edeyim. Gelin bir aralar kimsenin ağzından düşürmediği meclislerle başlayalım. Meclisler, Gezi Direnişi’nden sonra ortaya çıkan forumların doğal bir uzantısıydı. Forumlar dağıldıktan sonra yeni bir deneme olarak gündeme gelmişti ve forumlardan taşıdığımız bazı hataları ısrarla devam ettirdiğimiz örgütlenme modelleri olarak bir süreliğine idare ettiler. Sonuçta örgütlü gücün çok yetersiz olduğu bir ortamda ortak bir eylemsellik ve örgütlülük hali olarak kendi kurallarıyla bal gibi de gelişip serpilebilirlerdi eğer ki elmayla armudu karıştırmasaydık... Hayır Meclisleri, Seçim Süreci Meclisleri ve o kadar olmasa da Demokrasi Meclisleri böyle doğdu ve aynı şekilde de sönümlendi. Bir doğru birkaç yanlış yüzünden sürdürülebilir olamadı. Çünkü siyasi yapılar meclisleri bir parti etkinliği gibi değerlendirmeyi, kendi eğilimlerini (eğilim diyorum çünkü programatik falan asla değil) bu meclislere ‘kurnazca’ empoze etmeyi tercih ettiler. Baktılar tutmuyor, meclis katılımcıları yutmuyor, sorun çıkıyor, o zaman meclisleri kadükleştirmeyi denediler. Öyle bir hale geldi ki bu iş, meclisler dağıldı, garip şeyler türemeye başladı. Sonunda her şeyi ‘meclis’ diye tanımlamaya başladılar. Bu dejenerasyona bir örnek vereyim, falanca sosyalist partinin Almanya’da bir kentte kurduğu ‘parti kadın meclisi’! Yürümezdi tabii ki bu kafayla... Ama adı meclis ya, şahane oldu onlara göre!
İmzamızı koyduk ya, ne de güzel oldu!
‘Meclis olmazsa inisiyatif olur’ deyip yola devam edildi. Saymakla bitmeyecek inisiyatif çıktı ortaya. Bu noktada en temel kafa karışıklığı, platformla inisiyatif arasındaki farkı bir türlü kavrayamamaktı. Kavrayanlar ise inisiyatifi platform haline getirmek için ‘ince müdahaleler’e girişti hemen. Bu yüzdendir ki, inisiyatifler kurulurken inisiyatifin amacı, kısa ve orta vadeli eylem planı, temel hedeflerin saptanmasından önce saatlerce basın açıklamasında imzacı yapılar alfabetik sırayla mı yer alacak; yoksa dernekler, demokratik kitle örgütleri, diğer ekiplerin isimleri ayrı ayrı mı yazılacak gibi tartışmalara girişildi. Ve işin ilginci ister ekolojik mücadeleye ilişkin olsun bu inisiyatif, ister ekonomik sorunlara, ister hak arama mücadelelerine hemen hemen aynı örgütlerin yer aldığı bir garabet ortaya çıktı. Mesele ‘o oradaysa kesin ben de orada olayım, üç eylemde daha benim de imzam olsun’ vizyonsuzluğuyla bugün hala inisiyatif adı altında potansiyel etkisinin onda biri düzeyiyle yoluna devam ediyor bu örgütlenmeler.
Ben, sen, bir de eniştem: İşte platform...
İyi de diyeceksiniz ki, zaten platformlar var, inisiyatifleri platform haline dönüştürme saplantısı niye? Niyesi şu: Tepeden tırnağa hiçbir şey tanımına göre varolamadığı için! Parti parti gibi değil, demokratik kitle örgütü gibi davranıyorsa, demokratik kitle örgütü de sivil toplum örgütü, sivil toplum örgütü inisiyatif gibi davranır oluyor. Platform kendisi gibi olamayan her şeyin bir araya geldiği başka bir amorf yapılanma... Süreç işte böyle sarpa sarıp, zaten kitleselleşmekten çok uzak, gündelik hayatla bağları kopmuş bir örgütlenme silsilesi yaratıyor.
Hal böyle olunca program yerine bir avuç tekerleme, eylemsellik yerine denk gelme hallerinde eylemlilik, bol bol basın açıklaması (imzalar okunacak ya, bak burası çok önemli) ve şimdi moda tabiriyle ‘lansmanlar’ yapılıyor. Ayarla bir demokratik kitle örgütünün şubesinin toplantı odasını veya tut bir otelin küçük toplantı salonunu, imzacı örgütlerden birkaç kişi katılsın, birkaç tane de tanıdık muhalif medya mensubu, bundan iyisi Şam’da kayısı oluyor.
Voltran’ı kurduk mu tamam!
Dağıttım, şu pek sevilen platformu da kendimce tarif edeyim... Platformlar demokratik kitle örgütlerinin varoluş sebeplerini unuttukları, meydanlardan çekildikleri, temsil ettikleri sınıfları temsil etmek konusunda çok yetersiz kaldıkları günümüzde, ‘bak biz de buradayız ha’ örgütlenmesi haline gelmiş bir form oldu. Normalde bu değil, bu Türkiye’de bu! DİSK, KESK, TMMOB ve TBB’den oluşan ‘muhteşem kare’ ve buna eklemlenenlerden oluşan bir çatı platform ve bunları her anlamda örnek alan büyüklü küçüklü diğerleri... Bir basın açıklaması, olabilirse bir de miting... Bunun için varlar, ancak gerek basın toplantısına gerek mitinge katılım pek öyle ‘muhteşem’ olmuyor. Niye ki? Niyesi biraz önce değindiğimiz mesele, varoluşun sebebiyeti unutulalı çok olmuş da ondan! Sendika konfederasyonu olarak asgari ücret meselesinde bile CHP’nin gerisinde kalırsan, niye işçi senin mitingine gelsin ki? Odalar olarak kendi içinde seçim listesini en temel sorunun yaparsan meslektaşların seni niye ciddiye alsın ki?
Vaatsiz lansmanlar, tatlı mı tatlı ‘mottolar’
Bu iş öyle sen ben, bir de arkadaşlar bir araya gelsin Voltran’ı kuralım, önümüze geleni yenelim mantığıyla olmuyor. İşte bu sebepledir ki örgütlenme biçimleriyle mücadelenin türü, birliğın temel sebepleri, ortak hedefler, ortak hareketlilik ve birliğin gücü gibi tüm konular birbirine karışıyor. Ve işte zamlara karşı mücadelede Kadıköy’de ancak 300-400 kişi toplanıyor. Kanal İstanbul gibi tüm ülkeyi ilgilendiren bir konu, bir tek ekelojistlerin vizyonuna kilitlenip kalınca cılızlaşıyor. Bu böyle böyle, ‘vaatsiz programlarımız olsun’, ‘hedefimiz tatlı olsun da belirsiz olsun’, ‘bir lansman yaptık mı tamam, iki de güzel ‘motto’ sosyal medyada tadından yenmez’ gibi bir eğilimi hakim kılıyor.
Oysa ki yukarıda saydığım tüm örgütlenme biçimleri ayrı yapılanmalar, her biri koşullara göre gerekli olan örgütlenme tarzları... Sorunumuz, neyin ne olduğunu çok fena halde unutmuş olmamız, gündelik olanın kuyrukçusu olmamız, sistemin kültürel hegemonyasından pek fena etkilenir halimiz. Belki de bu örgütlenme biçimlerini bir kez daha tek tek tanımlamak gerek. Partiden başlayarak derneğe kadar...