Yoksulların tercihleri genelde pek beğenilmez. Son günlerde bunu gözlemliyorum. Mesela Bağcılar’da yaşayan gençlerin kıyafet tercihleri. Dar eşofmanları, büyük spor ayakkabıları, şapkaları. Sonra saçları, sakalları. Dinledikleri müzikler.

70’lerin sonu, 80’lerin başında arabesk müziğe rağbet çokmuş. Seçkin mahallerde hala Türk Sanat müziği hakimmiş, seçkin mahallerinin seçkin gençleri arasında Türkçe sözlü hafif batı müziğiyle başlayan ilgi batı müziğinin kendisiyle devam etmiş. Arabesk avam sayılmış. Dinleyenler aşağılanmış. Dinleyenler de yoksul halkmış. Bu bugün bile böyle. Arabesk rap mesela yine yoksul kentlerde, yoksul gençlerin arasından çıktı. Arabesk müziğin niteliği elbette bir tartışma. Nitelikli bir tür mü, yeni bir tarz mı? Bunlarla objektif bir şekilde ilgilenildi mi? Sadece fakirler dinlediği için mükemmel bir müzik türünü aşağıladılar demiyorum. Yoksulların yaşamında daha belirgin olan dertleri anlattığı ve onlar rağbet ettiği için bu değerlendirmelere tabi bile tutulmadı. Bir vakit sonra ne satarsa o popüler olduğu için arabesk müzik ve sanatçıları da daha saygın bir yere geçmiş elbette. Bu değişmiş ama yoksulların tercihlerinin beğenilmemesi değişmemiş.

Sadece dinledikleri değil izledikleri de beğenilmiyor. Türk dizileri izleyen insanlarla nasıl dalga geçiliyor. Evet, diziler rezil. Kadın düşmanlığı, maçoluk, mafyatiklik, feodal ilişkiler… Bir itiraz olmalı. Bu itirazın bir de hedefi olmalı. İtiraz, hakir görme olarak da vücut bulabilir. Tüm bunları hakir görmeliyiz. Ama bu olguları hakir görmeliyiz, bunları önümüze koyanları da görebiliriz. Sınırlı imkanları ile bu dizileri izleyecek şartları ancak oluşturan izleyiciyi değil. İzleyicinin tek eğlencesi çoğu zaman o. Ayaklarını biraz uzatıp iki dakika televizyon izlemek. Artık ne varsa önündeki ekranda. Üstelik bir işin niteliğini yetkin bir şekilde değerlendirebilmek de sınıfsal. Yeterli donanıma sahip olan insan bu değerlendirmeleri yapabilir. Yoksulların kendilerini ‘donatmak’ için zamanı ve parası var mı? Bunları biraz olsun irdelemek gerekmez mi?

Birbirini sevme şekilleri de beğenilmiyor. Birlikte eğlenme şekilleri de. Süpürge ile klip çeken bir aile vardı mesela. Ne çok dalga geçilmişti. Ya da yabancı şarkıları söylemeye çalışan, dilleri dönmedikçe eğlenen ablalar var. Kendileri zaten bu durumla eğleniyor. Bizim çok bilmişler de Twitter’da bunlara gülüp duruyor. Başka bir mecrada, Tiktok’ta birbiri için ölümü göze alan genç aşık videoları var. Kıyafetlerinden, tarzlarından anlıyoruz ki lokasyon Etiler ya da Bebek değil. Kahkahalarla gülüyor herkes bu videolara. Birbiri için ölen, kurşunların önüne atlayanlar. Aşk böyle bir şey mi, bunu da tartışabiliriz. Ama şu an bu kahkahalar tartışma konumuz. Sevgilisiyle aynı maskeyi takan, ölümü de kapacaksa aynı maskeden kapacak kadar çok seven iki genç var mesela bir videolada. Ne cehalet değil mi? Gülünmeyi hak ediyor. Ama neden bu cehalet hep Bağcılar’da, Gaziosmanpaşa’da? Bunu soran yok. Gül geç. Biraz arkadaşlarına göster, onlar da gülsün.

Onlar kim? Biz değil de onlar. Ya biz kimiz? Onları ve bizi tanımlayan ne? Oturduğumuz konumlar, gittiğimiz okullar, yediğimiz yemekler, aklımızdaki fikirler. İnsanları tanımlayan bunlar işte. Tüm bunlara ve bunları sağlayacak paraya ‘ortalama oranlarda’ sahipseniz orta sınıfsınız. İşte bu kahkahaların ve beğenmeme halinin sahipleri orta sınıflar. Zenginler mi? Onların genelde işi bile yok bizimle. Ne orta sınıfla ne yoksul halkla. Bu orta sınıf niye bu kadar beğenmiyor peki onları? Beğenmedikleri bazı tercihler bence de geliştirilebilir. Arabesk müzik bence de pek dinlenesi değil. Ama neden bu kötü tercihleri yapanlar yoksullar? Kötü müziği, kötü diziyi, kötü yemeği sevenler? Tavuk dönere bayılanlar? Tam tersini düşünelim. İyi tercihler yapanları. Tavuk dönere yüz vermeyenleri. İyi yemeği bilen kimler? Vedat Milor’u biliyoruz mesela bu konuda. Bu damağı nasıl geliştirmiş?

Hayatındaki herkes zengin Milor’un. Dolayısıyla iyi eğitimli. Anne tarafından dedesi Cumhuriyet’in ilk maliye bakanı. Baba tarafından dedesi Türkiye’nin ilk meyve suyu üreticilerinden. Ziraat mühendisi. Milor’a soruyorlar; Çocukluğundan mutlu bir anı? ‘Annemle Çin lokantasındayız’ diyor. Şişli’de.

Hayat bu. Para varsa müziğin iyisinden, şarabın lezzetlisinden, kıyafetin kalitelisinden anlıyorsunuz. Milor çok güzel ifade ediyor bu gerçeği. Türkiye’deki etleri beğenmiyorum, diyor. İtalya’nın bifteğini yedikten sonra bunlar kuru, tatsız diyor. Bifteği bulmuş, İtalyan bifteği olmadığı için yemiyor. Deniz ürünleri konusunda da fikirleri sizinkine, benimkine benzemiyor. Denizden çıkan en sıradan şey balık, diyor. Kendisinin vazgeçilmezi kabuklu deniz ürünleriymiş, bizim sofralarımızda adı geçmeyen. Milor bunları tatmış, bunları biliyor. Yoksullar da neyle tanışırsa onu biliyor. Zevkleri, damak tadı buna göre gelişiyor. Hayatının gerçeği bunlar oluyor. Çakma Adidas’lar, bayat baklavalar. Zenginlerin ve orta sınıfının tükettiğinden kalanlar. Onların beğenmedikleriyle, tüketmedikleriyle hayatlarını şekillendirdiği için haliyle pek beğenilmiyorlar. Orta sınıf hem herşeyi zenginler gibi tadamadığından hem yoksullar gibi olmadığını düşündüğünden daha çok gülüyor. Bulunduğu yerde güldüğü insanlara, zenginlere olduğundan daha yakın ya, bütün bilinçaltıyla bunu saklamak için gülüyor. Hani herkesin güldüğü bir espriyi anlamazsınız da anlamadığınız belli olmasın diye en çok siz gülersiniz, işte bu gülüş o gülüş. ‘Yakın olduğum yer anlaşılmasın’ gülüşü.

Olsun. Biz bunu biliyoruz. Başka şeyleri de biliyoruz. Hayattan hakkımızın çalındığını biliyoruz. Bu gevrek gülüşün sahiplerinin ikiyüzlülüğünü biliyoruz. Beğenmeyerek, burun kıvırarak, üstten bakarak güya bizi hor görmelerinin nedenlerini biliyoruz. Bildiklerimiz birikiyor içimizde. Bizim bildiklerimiz onlarınkine benzemez. Bizim biriktirdiğimiz onlarınkine benzemez. Çıktı mı bir kez dışarı, çatladı mı bir kez kabuğu… İşte o zaman yakar önüne kattığı her şeyi. Siler atar o gevrek gülüşü ikiyüzlü suratlardan.