AKP’ye çok öfkeliyiz. Son 20 yıldır her türlü fenalığın baş aktörü. Ekonomiyi mahvetti, toplumu ayrıştırdı, emekçilerin, kadınların haklarına saldırdı, ülkeyi betona boğdu. Nerede üç ağaç görse orayı müteahhitlerine peşkeş çekti. Dağları madenler, dereleri HES'ler uğruna heba etti. Koca şehirlerin sayılı parklarına kadar göz dikti. Salda, Uzungöl, Kazdağları, Gezi... Rant uğruna hiçbirinin önemi yok. Doğrudur, AKP'nin çevreyle ilişkisi budur. Rant mı doğa mı diye bir tartışması yoktur AKP'nin. Tercihi kayıtsız şartsız ranttır.

Bugün büyük bir iklim krizinin ortasındayız. Gidişat tersine çevrilmezse uğruna mücadele ettiğimiz güzel şehirlerin ne hale geleceği belirsiz. Bu ihtimale de çok öfkeliyiz.

Oysa politik akıldan yoksun kupkuru bir öfke ne işe yarar? Günün sonunda bu öfkeli hal ile işin kolayına kaçma eğilimi birleşince hatalı sonuçlar çıkıyor ortaya. Bir bakıyorsunuz bu iklim krizinin sorumlusu AKP oluvermiş. Her çevre sorununda işaret edilen sadece AKP'nin politikaları. Böyle olmasaydı mesela? AKP çok çevreci bir iktidar olsaydı... Anadolu'nun ortasındaki kum fırtınası engellenebilir miydi? Ya haber değeri bile kalmayan asit yağmurları? Mümkün müdür? Daha temelden bir soru soralım. AKP'nin ya da herhangi bir iktidarın kapitalist üretim ilişkileri içinde çevreci olması mümkün müdür?

Doğru soruları sormadan doğru tartışmalar yürütemeyiz. Zaten yürütemiyoruz da. Çevre sorunlarının, iklim krizinin temelinde ne AKP ne de başka bir iktidar var. Bu başlı başına bir üretim ilişkileri sorunudur. Kapitalizmin bizi vardırdığı yerdir. İşin aslı çok da olağandır. Kar etmek uğruna insanların hayatlarını hiçe sayan bir sistem uzun vadedeki iklim krizini elbette dikkate almayacaktı. Ve almadı. Hala almamak için elinden geleni yapıyor. Doğanın bütün somut ve devasa uyarılarına rağmen. 

Üretim, yaşamlarımızı eşit ve insanca sürdürmek için olursa doğayı talan etmeyebilir. Üretimin odağı, bu ilke değil de kar etmek olduğu sürece bu talan durmaz. Kaz dağları kurtarılabilir. Ama konu Kazdağları ile kapanmaz. Sorunun aslına, sebebine inmeliyiz. Bu sebepler karşısında da gerçek çözümleri konuşmalıyız.

Dünyadaki hava kirliliğinde en çok payı olan ülke ABD. Ama asla bu sorumluluğa göre hareket etmiyor. Karbon gazı emisyonunu kontrol altında tutmayı hedeflediği iddia edilen Paris Anlaşması'nı önce imzalıyor, sonra imzayı çekiyor. Sebebi açık: Anlaşmanın, ülkeler arasında haksız rekabet ortamı doğurarak ABD ekonomisine zarar vereceğini söylüyor. Paris Anlaşması bir yaptırım bile öngörmüyor. Her ülke sürece nasıl katkı vereceğini kendisi seçsin diyor. Ucu açık, esnek, nereye gideceği belirsiz, anlaşmaya uyulmadığında yaptırımı dahi olmayan lafta bir anlaşma. Ama ABD bu lafta çeviriciliğe bile yanaşmıyor. Bu durumu Trump'ın deliliği ile vs. de açıklayamayız. Çünkü 23 yıl önce aynı doğrultuda hazırlanan Kyoto Protokolü'nü de imzalamamıştı. O zaman da demişti ki “5 milyon işletme zarara uğrayacak”. ABD'de de iktidarlar değişiyor, devletin kapitalistlerin çıkarlarını koruma görevi değişmiyor. Aynı anlaşmayı AKP de Birleşmiş Milletler'den fon beklediği ve bu fonu alamadığı için Meclis’e getirmiyor. Konu yine parada tıkanıyor. 

Hal böyleyken AKP'ye kızmayacak mıyız? Hiç mi suçları yok? Elbette var. AKP bugüne dek gördüğümüz en yağmacı iktidar. Ama başka şansı da yok. Çevreci olma ihtimali hiç yok. Kapitalist ekonominin içinde varolmak istiyorsa -ki istememesi olanaksız- böyle yapacak. Maliyetten kısmak için yaşam odası yapmayan, Soma'da yüzlerce işçinin ölümüne sebep olanları koruyacak. Halkın kanser olup ölmesinin bir önemi yok, yapabiliyorsa her köşe başına bir termik santral dikecek. Bunların ihalelerini de elbette yandaş şirketlere verecek. Biz burada yine mücadele etmekle yükümlüyüz. Yine Kazdağları için nöbet tutacağız, Salda'yı koruyacağız, HES'ler karşısında direneceğiz. Bunlar sadece bir ayağı mücadelenin. Sorunun asıl sebebini işaret etmedikçe mücadele, bireysel bir çevre aktivizminden ileri gitmez. 

Peki çevre aktivizmi yetmez mi?

Yetmez. Çünkü çevre aktivizmi kapitalizmle örgütlü şekilde mücadele etmez. Aktivizm faaliyeti, bireysel olarak sınırlı değişiklerle kısıtlıdır. Kapitalizmin içinde bazı sorunları azaltmayı hedefler. Oysa sorunu ortaya çıkaran kapitalizm. Tıpkı bir hastalığı tedavi etmek yerine sürekli ağrı kesici vermek gibi. Hasta hala hasta, virüs hala yayılıyor. Üstelik bugün açıktan kim doğanın talanını savunuyor ki? Ormanları yakıp otel diken firmalar bile “yeşili sev, doğayı koru” sloganları ile  bağışlar yapıyor derneklere, kampanyalara. Hatta Erdoğan her fırsatta ne kadar çevreci olduğunu dile getiriyor. Verilen mücadele aktivizmden öteye gitmeyecekse boş laf. Oysa biz yalnızca çevre aktivizmi peşinde değiliz. Dağında taşında özgürce, ciğerlerimize oksijen dola dola, kuşaklar boyu yaşamak istiyoruz dünyanın. Öyleyse sonucu -olumlu anlamda- sonraki kuşaklara da armağan olacak bir mücadele vermeliyiz. Yanlış bir eğilimle, asıl sorunu hiç konuşmaksızın, sadece AKP'yi günah keçisi ilan etmek elde ettiğimiz her kazanımın ardından biraz mutlu olup sonra evlerimizde oturmaya iter bizi. Ta ki bir dahaki AKP talanı için sokaklara dökülene dek. Bu esnada AKP'nin sorumlu olmadığı başka iklim felaketlerinin olanca yıkıcılığı ile var olduğu gerçeğini ıskalayarak.

Öyleyse yapılması gereken ne?

Üretim ilişkilerinin eleştirisini sürekli gündemde tutmak. Asıl sorunun burada olduğunu anlatmak. Her fırsatta sorun kapitalizmdedir demek. Kapitalizm ortadan kalkmadan iklim krizi son bulmaz demek. Uyulmadığında cezasının bile olmadığı anlaşmalarla insanlığı oyalamaya çalışmaktan vazgeçin demek. Bunlar olmadıktan sonra her başarı bir oyuncak olur elimizde. Çevre mücadelesinin içinde yer alan her insan bilmeli ki düşman kapitalizmdir. Bu yüzden Ege'yi, Karadeniz'i  AKP'nin elinden kurtarmakla bitmez. Ne zaman ki kapitalizmi tarihin çöplüğüne atarız o zaman gönül rahatlığıyla yeşilin, denizin, ağaçta meyvenin tadını çıkarırız.