“Neden kasabamız için yalnızca 4 araç gönderildi? Bu kasabada çok zengin olmayabiliriz ama kalplerimiz altından Sayın Başbakan. Sidney’de, Kuzey Yakasında oturuyor olsaydık yardımlara boğulurduk.”

Bu sözler evi yanan bir Avustralyalı yurttaşa ait. Avustralya Başbakanı Scott Morrison’un yangınlardan etkilenen bir kasabayı ziyaretinde söylendi. Avustralya, ekim ayından beri büyük orman yangınları ile boğuşuyor. Halihazırda Belçika yüzölçümünün 2 katı büyüklüğündeki toprak parçası yandı. 25 insan ve 500 milyon hayvan can verdi. Dumanların Pasifik Okyanusu’nu aşarak Güney Amerika’ya ulaştığı açıklandı. Avustralya Güney yarımkürede bulunduğundan mevsimler bize göre ters ilerliyor, yani şu an orada mevsim yaz ve kıta oldukça kurak bir yaz mevsimi geçiriyor. Aslında Avustralya yaz aylarındaki yangınlara alışık fakat böylesine büyümesi, hazırlıklı olunan veyahut beklenen bir durum değil. Yangınların böylesine bir faciayı ortaya çıkarmasında ise belli başlı birkaç sebep var. Yangından çıkan duman bulutlarından kaynaklı yağmursuz şimşeklerden bahsediliyor. Fakat temeldeki sebep Avustralya’da yaz mevsiminin yıldan yıla kuraklaşması, uzaması, sıcakların artması. Bu da bizi en temel bütünlüklü soruna; iklim değişikliği sorununa, daha kesin ve güncel ifadesi ile iklim krizine götürüyor.

Aslında iklim krizini açıkça görmemiz için dünyanın öte ucundaki Avustralya’ya bakmamız gerekmiyor, bu yıl ülkemize soğukların ne denli geç geldiği hatırlamak bile gereken ipucunu bize verecektir. Yazın sıcaktan kavrulurken, kışın bir türlü gelmeyen soğukları bekler olduk. Martın kapıdan baktırdığı, kazma kürek yaktırdığı atasözleri artık yalnızca ilkokul kitaplarında anlamlı. Daha geçtiğimiz ağustos ayında bizler de İzmir’de söndürülemeyen orman yangınlarını konuşuyorduk.

Dünya üzerindeki her karış toprağı kendi kar savaşlarının bir kaynağı olarak gören sermayedarların ise bu konu üzerine toplanıp yardım kampanyalarına katılma ikiyüzlülüklerini izlemekteyiz. Kapitalistler arasındaki rekabet ile birlikte doğa tahakkümü öyle büyük neticelere vardı ki koca bir kıta, milyonlarca hayvan, Avustralya halkı durdurulamayan yangınlarla boğuşuyor.

İnsanlığa bu aşamada bir kısım çözüm önerileri sunuluyor; daha az tüketin, daha az araç kullanın ki sera gazı salınımı düşük seviyede tutulsun, yardım kampanyalarına katılın ki az önce izlediğiniz yangın görüntülerinden sonra içinizi bir nebze rahatlatın!

Birleşmiş Milletler Küresel Adaptasyon Komisyonu ise evvelce hazırladığı iklim değişikliği raporunda çözümün “insanları sarsıp uykularından uyandıracak ve kolektif bir hedefe yönlenmelerini sağlayacak siyasi liderlik” olduğunu söylüyordu ve hatta ekliyordu; küresel ısınmanın tehlikelerinin ve sonuçlarının çeşitli basın ve yayın kuruluşları aracılığıyla da topluma anlatılması, çözümlerin uygulanmasında baskılayıcı bir güç olacaktır. Yani BM tarafından iki aşamalı çözüm öneriliyor; birincisi siyasi bir liderlik insanlığı kolektif olarak hedefe yöneltmeli, ikincisi de hedefe yönelen insanlık çözüm yollarını uygulamalı.

İklim krizine karşı kapitalist ülkelerin siyasi liderliği mümkün mü?

Öncelikle küresel ısınmaya, karbon gazı salınımının bu raddeye varmasına sebep olanların; işine arabasıyla gidenler, çok tüketen yurttaşlar, BM’nin söylediği şekilde sarsılıp uykularından uyandırılması gereken insanlar olduğunun büyük bir yanılgı olduğunu belirtmek gerek. Esas hava kirliliğinin, iklim krizinin müsebbibi sayılı şirketlerdir. Rant peşinde ağızları sulanarak işlettikleri termik santralleri ve filtre takmamak için binbir takla attıkları fabrika bacalarıdır. Tüm kirlilik bir avuç kapitalistin eliyle ortaya çıkıyor ve bundandır ki bireysel kurtuluş hikayelerinin, yardım kampanyalarının hiçbir tıyneti yok. Hatta ne yazık ki bu yardımseverliğin, bireysel çözüm önerilerinin bizi bütüncül çözümden uzaklaştırdığını ve sorunun kaynağında kapitalizm olduğunu görmemizi engellediğini söyleyebiliriz. Kapitalizm bize sunduğu bireysel çözüm önerileriyle adeta bir cambaz gibi ayakta kalmaya çalışıyor. Bu krizin başat sebebi sermayedarların rekabet savaşlarında bir araç olarak doğayı kullanmalarıdır. Hal böyle iken zaruri olarak doğaya tahakküm kuran kapitalizmin vicdanen bu adımlardan geri duracağını beklemek yalnızca boş hayallere kapılmak olur. Sermayedarların tek bir amacı vardır; o da kendi sermaye birikimlerini artırmak.

Dünya sathında ormanları kesmeyi kendi çıkarları için hak görenlerin, fabrikaların bacalarına filtre takmamanın bile hesabını yapanların iklim krizine karşı oturup yeni bir siyasal liderlik kurması; yaşlı takım elbiseli adamların protokoller hazırlayıp imzalamasından öteye gidemez. Kapitalizmde rekabet şartlarını yerine getirmeyen bir sermayedarın ayakta kalması mümkün değildir. Herhangi bir kapitalist devletin veyahut sermayedarın iklim krizine karşı yapabileceği işlemler neticede onu rekabet edememe sorununa götürecektir. Bundandır işe giderken toplu taşıma kullanmak, daha az su ve enerji tüketmek, Greta Thunberg’in konuşmalarını beğenip paylaşmak bizi çözüme götürmeyecek.

İklim krizi kapitalizmin doğa tahakkümünü vardırdığı son noktadır ve bu krizden de ancak diğer krizlerde olduğu gibi örgütlü mücadele ile çıkılabilir. Bu örgütlülük ise kapitalist başkanların veyahut düzen içi aktörlerin siyasi önderliği ile vuku bul(a)mayacak olup bizzat antikapitalist, bütünlüklü bir mücadele ile var olacaktır.