Erdoğan'ın Suriye'deki iç savaştan Ortadoğu lideri olarak çıkma hayali çok sert bir şekilde yere çakıldı. Ama bu çılgın fikir uygulanmaya koyulmak istendi ve bu doğrultuda bazı adımlar atıldı. Şimdi bu adımların bedelini başta Suriye halkı olmak üzere savaşın tüm aktörleri ödüyor.

Suriye sınırında Türkiye'ye girmek üzere bekleyen 80 bin sığınmacı var. Bugüne kadar Türkiye'ye 4 milyondan fazla sığınmacı giriş yaptı. AKP hükümeti yayılmacı politikalarıyla Suriye'de iç savaşı körüklerken “bir miktar” sığınmacının da Türkiye'ye geleceğini hesap ediyordu ama bu miktarın karşılığı yüz binden ibaretti. Gerçekte bu sayının tam olarak 40 katıyla karşı karşıya kalınınca sığınmacı sorunu ülke gündeminden 7 yıldır düşmedi. Kendilerine sadece bir taraf seçip savaşmak ya da evlerinde oturup ölmeyi beklemek seçeneği bırakılan insanlar elbette kendi seçeneklerini, seçeneksizliklerin doğurduğu zorunlu seçeneği; kaçmayı seçtiler. Şimdi ilk olmayan, muhtemelen son da olmayacak bu yeni göç dalgasını düşünürken hayatta kalmaya çalışan insanların haklılığını elbette tartışmayacağız. Ancak bu dalganın diğerlerinden nasıl bir farkı var bunu da açıklığıyla konuşmak zorundayız.

Suriye savaşında pek çok aktör var. Temelde Esad taraftarları ve muhalifleri olarak bir ayrım yapılabilecekken işin içine girdikçe bu sınıflandırmanın durumu tam olarak ifade etmediğini anlıyoruz. Bölgede özerk kantonlarını kuran, egemenlik alanı tanımlayan, kendi ulusal mücadelesini yürüten Kürt halkı ve ordusu da var, emperyalist çıkarları uyarınca Suriye toprağında asker bulunduran ve operasyonlar yapan Türkiye, ABD ve AB ülkeleri de var. İran'ın desteklediği Şii kökenli silahlı milisler de var El Kaide ekolünden kalan cihatçılar da var. Son duruma baktığımızda üstünlüğü elde eden tarafın Suriye Devleti olduğunu görüyoruz. Diğer gruplar da varlığını sürdürmekle birlikte hepsinin akıbeti belirsiz. Örneğin, 80 bin insanı daha göçe zorlayan son olaylar, cihatçıların elinde tuttuğu İdlib'i devlet ordusunun sarması ve cihatçılardan temizlemeye başlamasıyla tetiklendi. İdlib, Suriye Devleti'nin üstünlüğü elde edemediği az sayıdaki bölgeden biri. Ancak stratejik açıdan en önemlisi. Şu an ise IŞİD'den kalan Heyet'ül Tahrir-i Şam adındaki cihatçı örgütünün kontrolünde. IŞİD'in yenilgisinin ardından cihatçıların yoğun bir şekilde toplandığı son kaleleriydi İdlib. Bu kale de elden gidiyor. İşte bu sığınmacıların diğer sığınmacılardan farkı ne sorusunun cevabı burada yatıyor: 80 bin insanın ne kadarı sivil halk, ne kadarı cihatçılardan oluşuyor bunu söylemek mümkün değil. 

IŞİD yenilmişken, IŞİD'den geriye kalan örgütler kan kaybederken bu cihatçılar o kadar büyük bir sorun olur mu? IŞİD'in nasıl ortaya çıktığı sorusunun cevabı bu sorunun da cevabıdır ya da El-Kaide'nin nasıl ortaya çıktığı sorusunun cevabı. Tarihi kanla yazılan Ortadoğu'nun yaklaşık olarak son 40 yılı bu ve benzeri cihatçı örgütlerle mücadele etmekle geçti. Afganistan'da cihatçı çetelerden geriye kalanlar El-Kaide'yi, Irak ve Suriye'de El-Kaide'den geriye kalanlar IŞİD’i ve şimdi IŞİD'den geriye kalanlar Heyet'ül Tahrir-i Şam'ı kurdu. Bu elbette hayatın kanunu değil. Şartlar ve imkanlar bu örgütlerin oluşmasını, yayılmasını, büyümesini sağlıyor. Ama taktiksel olarak hücre örgütlenmesi modelini kullanan, yani her birimin bağımsız eylem yapma, karar alma harekete geçme yetkisi bulunan bu tipteki örgütlerin her bir üyesi son ana dek bir tehlike. Üstelik bu cihatçı örgütlerle Türkiye'nin ilişkisi de belli. IŞİD güçlü olduğu dönemde Türkiye için “mürted” diyordu. Yani dinden dönmüş. Yani katli vacip. Türkiye'de daha önce de başta Ankara Gar Katliamı başta olmak üzere pek çok bombalı eylemin ardından bu cihatçılar çıkmıştı. Elbette bunlar AKP'den habersiz yaşanan katliamlar değildi. Hükümet IŞİD'i emperyalist çıkarları için kullanabileceği bir aracı olarak gördü. Bazı pazarlıklar yapıldı, çeşitli anlaşmalara varıldı. IŞİD liderinin Hatay'da devlet hastanesinde gayet güvenli, korunaklı bir şekilde tedavi edildiği ortaya çıktı. MİT tırları davasında IŞİD'e yapılan mühimmat sevkiyatını tüm ülke belgeleriyle gördü. Uluslararası kamuoyunun Türkiye'ye yönelttiği başlıca suçlamalardan biri savaş suçlusu pek çok cihatçıyı hala ülkede barındırıyor olması. Tüm bunlardan, Türkiye'de cihatçı yapılanmaların zaten var olduğunu, güç kaybettiğini ama devletle aralarındaki bu ilişkilerin bir sonucu olarak hala bazı pazarlıkları yapabileceği sonucunu rahatlıkla çıkarıyoruz. Daha da geriye gidersek 90’larda “seküler Türkiye'de” bile Hizbullah'ın nasıl yapılandığını bizzat deneyimledik.

Konjonktür aynı değil. Aynı sorunlar birebir aynı sonuçlara çıkmayabilir. Ama bu gazeteci yakan, kadınları esir pazarlarında satan, eşcinselleri taşlayarak öldüren, Alevilerin kafasını kesen çete üyeleriyle Türkiye'de nasıl baş edileceği sorusunun cevabı da değil. Peki, bu insanları almama şansımız var mı? Görünen o ki yok. Erdoğan zaten halka haber veriyor. Şu an kış şartlarında tarım arazilerine kurdukları çadırlarda bekleyen sığınmacıları ve içlerindeki cihatçılari Suriye Devleti de iyice köşeye sıkıştırmış durumda. Hiç yapılmayan şeyler yapılmaya başlandı. Savaşın başından  beri ilk kez sığınmacı kampları bombalandı Suriye Ordusu tarafından. 

Erdoğan'ın bu krizle başa çıkma yöntemi de pek işleyecek gibi durmuyor. Suriye’de yapmaya çalıştığı pazarlık şu: AB ve ABD YPG'yi terör örgütü olarak tanıyıp askeri ve mali yardımları kessin, Fırat'ın doğusuna yapmak istediği TOKİ'lere izin verilsin hatta mümkünse bunlar finanse edilsin. Türkiye’de ülkedeki sığınmacıları bu güvenli bölgeye yerleştirsin. Yani bir nevi egemenlik alanı istiyor Suriye'de. Öte yandan Kürt halkının karşısına kafa kesen cihatçı çeteleri rahatça yerleştirebilsin, Kürt halkına yönelik katliamlar yapılabilsin.

Tabi bu çağrısına olumlu cevap alabildiği yok. Bir kere Suriye Devleti buna izin vermedi, vermeyecek. Kimse YPG'yi terörist olarak tanımıyor çünkü YPG ile ilişkileri kesmek demek bölgede fiziken bulunmayan devletlerin etki alanlarından da vazgeçmeleri demek. Bugüne kadar sadece Rusya YPG'ye açıktan destek vermiyordu ama Libya'da Rusya ile karşı karşıya kalınmasının sonunda o da bu konudaki tavrını değiştirdi. Hükümet Sözcüsü Kalın “Rusya ve YPG arasındaki temasları gözlemliyoruz” diyor. S-400 alımları da boşa gitti. Rusya hala nasıl isterse öyle davranıyor. Bu şartlar altında Erdoğan’ın çözüm diye önerdiği akıl tutulması nasıl hayata geçirilsin? Eğer istediklerimi yapmazsanız “kapıları açarım, Avrupa'yı sığınmacıya boğarım” diye tehdit ediyor. Bu zaten sık kullandığı bir tehdit. Zaman zaman işe de yaradı. Ama şu an eli bu kadar dar, bölgede bu kadar müttefiksiz kalmışken işe yarayacak mı, bekleyip göreceğiz.