Geride bıraktığımız haftalar emek verenler için kritik olan zam görüşmelerinin yapıldığı haftalar oldu. Bu görüşmelerde, masadan emek verenler lehine sonuç çıkmadı ve bu hiç şaşırtıcı değil.

Emek verenler zam pazarlıklarının yapıldığı masaya otururken çeşitli imkanları sağlayıp oturmalı. Eliniz kuvvetli olmadığı sürece ne hükümetten ne sermayeden istediğinizi almanız mümkün değil. Peki istediğinizi almanın şartları nedir?

Öncelikle örgütlü bir işçi sınıfı. Tek bir organ gibi aynı şekilde, aynı talepler doğrultusunda hareket etmeyi öğrenmiş olmak işçi sınıfı açısından hayati öneme sahiptir. İşçi sınıfının bugün tüm dünyayı üretme gücü sayısal çoğunluğundandır. Gözünüzün ulaştığı her yerde emek verenlerin emeği vardır çünkü her yerde emek verenler vardır. Tek tek, çok küçük işleri yapmaya yarayan o tekil güçler birleşir ve insanlığı bir okyanustan diğerine taşıyan gemileri, gökyüzünde rüzgarı delip geçen uçakları, küçüklü büyüklü, hayatın temel taşlarını üretirler. İşçi sınıfına bu gerçek büyük oranda unutturuldu. Emeğinin ikame edilebilir olduğu, yaptığını herkesin her zaman yapabileceği, zaten yakın bir gelecekte de robotların işçilerin işini yapacağı anlatıldı. Bundan ötürü de “iyisi mi siz, size verilenle yetinin” denildi. Bu sadece geçtiğimiz hafta yaşanan değildir, dünyanın her yerinde işçilere yapılandır.

Bu süreci tersine çevirmek mümkündür. Yaygın olan inanç işçilerin bir şeyi değiştiremeyeceği inancı değil de işçilerin tüm tarihin akışını değiştirebilecegi inancı olsaydı, o masalar onlarca kez devrilir, dışarıda da hayat felç olurdu. Tüm o işçi sınıfına anlatılan yalanlar bertaraf edilirdi. O zaman görülürdü işçilerin emeği ikame edilebilir mi, robotlar koşar mı makinelerin başına.

Böyle olmadı. Önce Türk-iş’in hükümetle yaptığı görüşmelerde işçilere sendika başkanı tarafından ihanet edildi, ardından Memur-Sen tarafından da üç kuruş zamma mecbur bırakıldılar.

Türk-iş de, Memur-Sen de sağcılığın hakim olduğu sendikalar. Bu yüzden sonucun böyle olmasına özellikle solcular hiç şaşırmadı. Yapılan ilk yorumlar “ne bekiyordunuz ki?” şeklinde oldu. Beklentinin küçümsenmesi bir yana, o kadar sürecin dışından konuşuyor ki solcular zannedersiniz işçi sınıfına liderlik etmek isteyenler solcular değil de bir başkası. Sanki iki ay evvel Tüpraş işçileri haklarını ararken, bu noktada sendikaya baskı yaparken başkanlık derdine düşüp, işçiyi unutan sendika da sağcı sendikaydı. Beklenti noktasına gelirsek, bir beklenti var. Ama bu, özel olarak bilmem ne sendikasının başkanından değil. Hala, çok yıpratılmış güven ilişkilerine karşın, bu ülkenin işçisinin, emek verenin, bu ülkenin solcusundan beklentisi var. Ama üzerine alınan yok!

Gerçekten emek verenin hakkını savunmak üzere o koltukta oturanlar olmadığı için, solculuk çok geriye düştüğü için, solcular bu kadar kritik meselelerde sadece izleyici konumunda kaldığı için sendikalar o ağalara kalıyor. İşçiler konuşulurken, bir beklenti olduğu için değil, başka türlüsü mümkün olmadığı için o sarı sendikalar ve sendika ağaları konuşuluyor. Ne yazık ki ihanetlerle birlikte konuşuluyor. Alınamayan zamlar, yeni yenilgiler konuşuluyor. Devrimcileri, solcuları konuşan yok. Bizimkiler de zaten konuyu, sosyal medya hesaplarında konuşuyor.

Bunun, yani solculuğun ortada hiç olmayışının sebebi, tarihin olağan akışı değil. Tarihin akışı esnasında solcuların üzerine düşeni yapmamasıdır. Omuzlardaki görevin layıkıyla yerine getirilmiyor oluşudur. Solcular işçi sınıfının örgütlenmesi, kuvvetlenmesi, haklarını alabilmesi için tarihsel görevini yerine getirebilmiş olsaydı ve bu iddiadan -işçi sınıfına liderlik etme iddiasından- hiç vazgeçmeseydi, bugün o ağalar o koltuklarda olmazdı. İşçiler de tek seferde “bunlar mı bizim hakkımızı savunacak, bizi o masada temsil edecek” diye düşünür, isimlerinin üzerine bir çizik atardı.

Olaylar böyle gelişmiyorsa, hala işçilerin cebine ne kadar gireceği bu rezil adamlara bağlıysa, bu mesele bizim esaslı meselemizdir. Ne bekliyorsunuz ki demek fecaattir, büyük bir hatadır. İzleyici konumunda kalmak bizi daha da gerilerden izleyen izleyiciler statüsüne itmekten başka bir şey yapmaz. Her gün solcular için yeni bir hesaplaşma günü oluyor. Her gün bir işçi bir yerde hakkını alamıyor, toplu sözleşme masalarından büyük kayıplarla kalkılıyor ve bu artarak devam ediyor. Ortam bu kadar olumsuz mu? Ne yazık ki olumluluk gösteren işaretler yok. Olumsuzluk işaretleri ise art arda geliyor. Solculuk iddiasındaki herkes ve her örgüt, gelen her işarette yeniden kendiyle hesaplaşmalı. Yeniden nereyi hatalı yapıyoruz diye sormalı. Bu rahatlık nereden geliyor, nasıl hiç olaylarla alakaları yokmuş gibi yorum yapılıyor, aklım almıyor.

Temelde siyaset yapmak zor. Çok parametreli. Pek çok şeyi düşünmek gerekiyor ve emek verenlerin siyasetini yapmak tüm dünyada anti-komünist fikirlerin çok yaygın olduğu zamanımızda, evet, özellikle zor. Ama temel mantığı ortada. Temel mantık şu: Kararlılığımız yüksek olacak, devrimcilikten vazgeçmeyeceğiz, solculuğu anlatacağız, işçileri örgütleyeceğiz ve savunacağız. Evet başımıza çok işler geldi, evet devlet bize çok zulmetti, evet çok denedik çok yenildik ama zaten “ne bekliyordunuz ki?” Tüm bunlar bugünkü hali meşrulaştırmaz. Solcu olmaya karar verirken, solcu bir örgüte girerken kimse bize pembe bir gökyüzü ve güller bahçesi vaat etmedi. Bu bahanelerle kimse içini rahatlatmasın.

Durumun özeti şu: işçiler dağınık, var olan sendikalar işçilere ihanet eden ağlarla dolu, solcular yılgın, bitkin ve açık itiraf gelmese de tüm bu süreçte çoğu bir taraf olduğunun bile farkında değil. İşçi sınıfının liderliği iddiasından vazgeçmiş durumda. Kalbi sosyalizm yolunda atan her devrimci için ve her devrimci örgüt için geçerli değil bunlar ama ne yazık ki gerçekleri konuşacaksak olanca berraklığı ile konuşacağız. Kalplerimiz biraz kırılsın.

Yok kalbimiz kırılmasın mı? Yoksa solcular içten içe o meşhur repliği mi sayıklıyor? Aman, tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey!

O zaman skeç gibi eylemler izlemeye devam ederiz içimiz cız ede ede. Memur-Sen zam görüşmelerinden sonra eylem yapıyor. Güya başkan da zam oranından çok şikayetçi, hiç memnun değil. İşçiler cüzdanlarını çıkarıyor, bomboş. Sıra sendika ağasına geliyor. Cüzdanı sallayıp, bir iki afilli laf edip yere atacak ama ne mümkün! Cüzdan da dokuz tane kredi kartı var. Kartlarına kıyamıyor, önce tek tek kartları çıkarıyor, sonra yere atıyor.

Ya harekete geçilecek ya harekete geçilecek! Başka seçenek yok. Bu hareket doğrultusunda işçiler yeni sendikalar kurmayı da var olan sendikaları ele geçirmeyi de önüne koymalıdır. Daha da önemlisi o sendikaları yönetmelidir. Ancak bu şekilde, bu rezil sendikacılık tarihin çöplüğüne atılabilir.