Hükümetin bir zamanlar ilk imzacısı olmakla övündüğü İstanbul Sözleşmesi bu sıralar “aile yapısına zarar veriyor” ya da “Müslümanlar için tehdit oluşturuyor” gibi nedenlerle hedef tahtasında. Peki, İstanbul Sözleşmesi nasıl anlaşılmalıdır? İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin son tartışmalar da hesaba katıldığında bu günlere nasıl gelindi?
Toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi çerçevesinde hazırlanan bu sözleşme kadına yönelik ve ev içi şiddetin önlenmesi iddiasıyla imzalanmıştı. Hatta öyle ki Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun medya araçlarından ve kendisine gelen başvurulardan yola çıkarak hazırladığı 2010-2017 arasındaki kadın cinayeti oran grafiğine bakıldığında, kadın cinayetlerinin tek düşüş gösterdiği zaman İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasının hemen ardındandı. Ancak yine görüyoruz ki sözleşme maddelerinin gereğince uygulanmaması nedeniyle kadın cinayeti oranları her geçen yıl arttı. Burada önemli bir tutarlılıktan bahsetmek mümkün. Kısacası, devletin kararlı siyasi iradeye sahip bir aktör olarak ortaya çıktığı zamanlarda -bir siyaset olarak İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanması ve başka bir siyaset olarak uygulanmayışı- rasyonel olarak kadın cinayetlerinin grafiklere azalış ya da artış olarak tezahür ettiğini görmek mümkün. Öte yandan bunun sadece bir grafikte yükseliş ya da düşüşten öte her birinin birer yaşam olduğu ciddiyetinin yeniden farkına varmalı herkes.
Siyasi irade var olan sorunu çözücü bir adım atarsa o sorunun çözülmeye başladığını, tam tersi durumda yıkıcı etkisini artırarak sürdüğünü görüyoruz. Bu etki denetleyici kurum GREVIO’nun Türkiye’ye ilişkin hazırladığı İstanbul Sözleşmesi raporuyla da tescillenmiş ve devletin kadınları koruyamayışının zaten toplumsal olarak ikincil planda kalan kadınlar üzerinde “çifte mağduriyet” yarattığını öne sürmüştü. Ayrıca bu durum sadece Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun hazırladığı rapordan değil aynı zamanda bir ilk olarak İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı -beklenen verinin altında olmasıyla birlikte- kadın cinayeti verisinde de gözüküyor. 2011’de devlet -siyasi irade- tarafından atılan adım bir çözüm olarak kendini gösterdi. Bu açıdan neyin çözücü olarak etki ettiğini biliyoruz: İstanbul Sözleşmesi’nin ve onun devamında çıkarılan 6284 sayılı kanunun harfiyen uygulanması. Bütün bu tablonun gösterdiği diğer bir önemli sonuç ise kadın cinayetlerinin, kadına yönelik şiddetin “kader” olarak yorumlanamayacağı gerçeği.
İstanbul Sözleşmesi neden uygulanmalı?
- Kadın cinayetinin, şiddetin, tacizin, istismarın önüne geçecek eşitlikçi bir toplum
- Tehdit altındaki kadınların koruma kanununa göre etkin korunması, 6284’ün geniş kapsamıyla ve etkin şekilde uygulanması
- Cezasızlığa neden olan indirim ve serbest bırakmaların uygulanmaması
- Kadınların hayatın her alanında güçlendirilmesi
Çözüm bu kadar açıkken ve ortada altına imza atılan bir belge varken neden uygulanmıyor? Kadınlar açısından bu sorunun sorulması bile tuhaf: Zaten yürürlükte olan yasanın uygulanması isteniyor.
Özellikle muhafazakar kesimler İstanbul Sözleşmesi’nin toplumsal rolleri eşitleme iddiasını bir tehlike olarak yorumlayarak “aile ve geleneğe” zarar vereceğini düşünüyor. Ancak İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan maddeler bütünsel amaçlar çerçevesinde birleşiyor: Temelde kadına yönelik şiddeti durdurmakla birlikte şiddete uğramış bireyleri desteklemek ve failleri adalet karşısına çıkarmak. Cinayetin ilk aşamalarından biri olan şiddeti önlemedikçe kadın cinayetlerini durdurmak da zorlaşıyor.
Birbirimizden farklı düşünebiliriz. Ancak birbirimizden farklı düşünsek bile kimse “kadınlar öldürülsün, çocuklar zarar görsün” diyemez. Bu sadece ülkemizde değil dünya genelinde bu şekilde. Hal böyle olunca, evrensel bir hak olan yaşam hakkı dünya genelinde savunulur ve toplumlara özgü üretilmiş birtakım gelenekler-görenekler çerçevesinden değerlendirilemez. Bu açıdan KADEM’in İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin “her ülke kendi örfi şartları içerisinde uygulamasını belirler” açıklaması rasyonellikle açıklanamaz ve korunma konusunda ülkeler arasında eşitsizlikler yaratmaktadır. Hele ki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, kadınlara yönelik saldırıların bu derece yükseldiği bir evrede can yakan bu soruna “ya geleneklerimiz ne olacak” tutumuyla yaklaşmak problemin daha da derinleşmesinden başka bir işe yaramayacaktır.
Kısacası, İstanbul Sözleşmesi’nin karşısında duranlar bilmelidir ki aileler için yıkıcı olan şey şiddet görmüş kişileri korumak ve desteklemek adına alınan tedbirler değil, şiddetin artarak devam etmesidir. Ayrıca sözleşme içeriğine bakıldığında herhangi bir satırda “aile tanımı, tarifi, türü, ailenin yeniden düzenlenmesi” gibi ibareler yoktur. Asıl odak aile değil ev içinde tehdit altında olan evin üyeleridir yani kadınlardır. Aileye karşı tehdit görüşünü savunanlar esasen kadına karşı olan tehditi aile örtüsü altında gizlemektedirler. Bu açıdan siyasi iradenin gelenek göreneklerin örtüsü altına girmeden kadına yönelik şiddetin adını tam olarak koyması ve bu suça karşı net tutum belirlemesi gerekir. Toplumsal cinsiyet kaynaklı şiddet göreli bir hale getirilemez. Aksi halde ev içi şiddet “gelenekler gereği aile arasında yaşananlar aile arasında kalır” şeklinde mahrem bir durum gibi saklanarak sürecektir.
- Ayrıca “mahrem” denilerek üstü örtülmeye çalışılan aile içindeki “kadının” ve kadına ve yönelik şiddetin temelini örtmeye çalışmak çabası tarihte ilk kez önümüze çıkmıyor, son da olmayacak. Tarihsel olarak üretim ilişkilerinin sosyal ilişkilerde özellikle aile ilişkileri üzerindeki belirleyici rolünü düşünecek olursak özel mülkiyetin edinilmesi ile doğrudan bağlantılı olan ailede, kadın erkeğin mülkü olarak görülmektedir. Kadının bir özel mülk olarak yaşamını devam ettirdiği aile kurumu da zaten çökmeye mahkumdur. -
İstanbul Sözleşmesi ile kadına yönelik şiddet konusunda geleneklerin bir gerekçe olarak kullandığı durumların yok edilmesi amaçlanmaktadır. Zaten sözleşme kapsamında konu aile ile ibaret olmayıp -yani sadece evli çiftler arasındaki şiddetle sınırlandırılmayıp- evli olsun olmasın tüm partnerlere koruma sağlamaktadır. Doğrusu da budur. Şiddete maruz kalmış hiçbir kişi yine gelenekler tarafından üretilen bir “gerekçe” olan medeni durumuna bakılarak ayrıştırılamaz.