4300 TÜPRAŞ işçisi, TİS (Toplu İş Sözleşmesi) çerçevesinde, işverenle masaya oturdu. Taleplerini sıraladı, sendika aracılığıyla bu taleplerin yerine getirilmesini bekledi. Ancak işveren bu talepleri kendi istediği doğrultuda ya değiştirilmesini ya çekilmesini istedi ve bunda da çok direndi. 4300 işçinin talebi ve bu taleplerde kararlılığı, bir holdingi, bu Koç Holding dahi olsa anlaşmaya zorlayacak bir durumdur.

Ancak konu hiç böyle gelişmedi. Koç Holding, çok rahat bir şekilde kendi taleplerini dayattı ve aylara yayılan bir sürede geri adım atmadı. Süreci tıkadı ve nihayet süreç YHK’ya (Yüksek Hakem Kurulu) intikal etti. YHK, işçi ile işveren arasındaki anlaşmazlıklarda karar vermeye yetkili ve bu kararı bağlayıcı olan bir yargı kurumu. Güya, devletin işçi ile işveren arasındaki dengeleyici-düzenleyici rolünü gören aygıt. Oysa bir kez daha gördük ki, kapitalist ekonominin hakim olduğu ülkelerde devlet işçiler lehine hiçbir adımı dengelemez de düzenlemez de.

Koç Holding’in nasıl bu kadar rahatça TİS sürecini tıkadığının da sebebini anlamış olduk. Bir maç var, bir de hakem var. Hakem onların hakemi. Top kimin ayağında, gol hangi fileye atılmış bakmıyor dahi. Vakti geldiğinde skoru açıklıyor. TÜPRAŞ’ta da skor açıkladı. Maçın sonucunda TÜPRAŞ işçisinin talepleri kabul edilmedi. Daha da fenası Koç’un işçilere sunduğu teklifin çok altında şartlar işçilere dayatıldı. Önerdiği zam oranları dahi Koç’un önerdiği orandan 4 puan düşük. Yani araya devlet mekanizması hiç girmeseydi işçiler daha karlı çıkabilirdi.

Bu durum işçiyi hiç şaşırtmadı. Tarihi boyunca kapitalist devlet tarafından arkasından vurulmaya alışkın işçi sınıfı için yeni bir deneyim değil bu. Hele de bugünlerde. Zaten şu an devleti yönetenler, işçinin en büyük silahını, grev hakkını elinden alanlar. Grev hakkını işçinin elinden alarak YHK-patron işbirliğinin önünü açanlar. Özellikle enerji sektöründe milli güvenlik bahanesiyle grev hakkı yıllardır yok işçinin. Ne bu bahane de başka bir bahane elbette kabul edilemez ama bari yalanınızda tutarlı olun diye düşünüyor insan. Madem enerji iş kolu bu kadar önemli, madem bu sektör en ufak bir sekteye gelmez o zaman işçinin hakkını layıkıyla verseydiniz. Yok öyle değilse işçinin grev hakkını neden gasp ettiniz?

TÜPRAŞ'ta görüşmeleri tıkayan ve patronun 'kabul edilemez’ bulduğu o taleplere bakalım. Enflasyon oranında zam istiyordu işçiler. Hayat pahalılığı her gün artarken işçilerinin maaşı eriyor. Grev yasağıyla, YHK kararıyla engellenen en temel mesele bu. İşte bunun karşısında en az enflasyon oranında zam istedi işçiler. İşveren ise en yüksek oran olarak yüzde 10 zam önerdi. YHK, işçilerin aklıyla dalga geçer gibi yüzde 6 zam oranına karar verdi. İşveren haftalık vardiya saatlerinde değişikliğe giderek çalışma süresini artırmayı hedefliyor, işçiler kabul etmiyordu. YHK’nın kararına göre bu da işveren lehine değişecek. Mazeret izinleri amir keyfiyetine bağlı olacak. Sözleşme süresi de Koç’un istediği şekilde 3 yıl olarak belirlendi. YHK masasından işçiler faydasına bir tane dahi karar çıkmadı.

Burada akıllara şu soru geliyor: O masada YHK ile birlikte başka kim vardı? Elbette patron vardı, işçilerin temsilcisi Petrol-İş sendikası yöneticileri vardı. Tüm bu kararlar alınırken ne yaptı peki bu sendikacılar? Orası meçhul. Zaten bu yöneticiler, TÜPRAŞ işçilerinin direnişi başladığı andan bu yana, işçilerin kazanması için ne yaptılar o da meçhul. Yaptıklarından emin olduğumuz tek şey ise işçileri ‘sakinleştirmek’ için harcadıkları çaba. Sendika başkanı işyerini terk etmeme eylemi başlatan işçilerin eylemlerini durdurdu. İşçilere “eylem yaparak bir yere varılmaz” dedi. Neyle, nasıl bir yere varılacağına dair ise hiçbir şey söylemedi. Hal böyle iken işçiler YHK masasında sedikacıların, layıkıyla haklarını koruduklarından emin değil. “Kurban edildik” diyorlar. 4300 işçiden bahsediyoruz. Sendikadaki koltuk yarışına kurban edildik diyen 4300 işçi.

İki ay sonra Petrol-İş’te kongre var. Başkanlık yeniden oylanacak. Görünen o ki bu seçim yarışına odaklanıldı, işçilerin taleplerinin peşine düşülmedi. Şimdi ne olacak? YHK’nın kararı bağlayıcı. Yani işçiler en az üç yıl bu şartlarda çalışmak zorunda, kararı geri döndürme imkanı yok. Bu eleştirilerin muhatabı olan bir kısım sendika yöneticisi ise iddialara cevap dahi vermiyor. Oysa cevap vermeme lüksleri yok. Cevap da verecekler hesap da verecekler. İşçileri temsil ettiklerini iddia edenler, o masadan nasıl bu sonuçların çıkmasına izin verdiklerini açıklamalıdır. Kendiliğinden açıklayacakları yok elbette. İşçiler yakalarına yapışırsa açıklarlar. Öyleyse işçiler yakalarına yapışmalıdır. Yoksa her anlaşmadan patronların karlı çıkması işten bile değildir. Sendikaların tavrı bu iken ve devlet tüm gücüyle işverene çalışırken işveren tabiki işçinin taleplerini kabul etmez.

Erdoğan mayıs ayında katıldığı 12. Meclis Çalışma Toplantısında “Eğer bir fabrikada patron ve işçiler aynı iftar sofrasında buluşuyorsa ahlaken orada sınıf ayrımı olmaz. Asıl mesele hayatı paraya göre tasnif etmemektir” açıklamasında bulunmuştu. Hayatı paraya göreye tasnif etmek neymiş bunu bize en iyi gösteren yine Erdoğan’ın yönetimindeki devlet ve kurumları oldu. Hayat elbette paraya göre tasnif ediliyor. Sadece tasnif edilmiyor. Baştan yaratılıyor, en ince ayrıntısına kadar düzenleniyor. Tüm bunlar olurken önemli olan işçi sınıfının ve onların temsilcilerinin ne yaptığıdır. TÜPRAŞ’ta yaşananlar emsal olmalıdır. 

Önümüzde başka toplu anlaşma süreçleri olacak. Önemlilerinden biri MESS yani metal işçilerinin toplu anlaşması. Sendikanın -türlü sebeplerle- yetersizliği, işçilerin yalnız kalmışlığı, devlet ve patron aygıtlarının karşında güçsüz kalmaya, yenilmeye sebep oluyor. Üstünü örtmeden, dolandırmadan işin gerçekliği budur. Bundan sonrası için TÜPRAŞ kararıyla ilgili doğru adımlarla harekete geçilmezse bu işçi sınıfı için değil patronlar için bir emsal olacaktır. YHK aracılığıyla isteğimizin fazlasını aldık, neden yeniden almayalım diye düşünmeye başladılar bile. Oysa ders çıkarması gereken, emsal alması gereken işçi sınıfıdır. Ders almalı, sendikaları ele geçirmelidir. Kapalı kapılar ardında ne konuştuğundan, ne yaptığından emin olunmayan sendikacılardan kurtulmalıdır. Sendikacıları harekete geçirmek temennisi çok geride kalmıştır. Yapılması gereken sendikalarda her kademeyi, alınterinin peşinde  olan işçilerin ele geçirmesidir, yönetmesidir. Öyleyse bunun için küçüklü büyüklü her adım değerlendirilmelidir. Genel bir işçi direnişi ve mücadele hattı oluşturmak için nerede olursa olsun direnen işçiler yalnız bırakılmamalı, tüm sektörlerdeki işçiler direnenlerin arkasında olmalıdır. Bir yenilgi nasıl diğer yenilgilere sebep oluyorsa; bir başarı ve kazanım bu kayıpların önüne geçebilir, zaferi yayabilir.

Şimdi TÜPRAŞ işçisi 3 yıl bu şartlar altında çalışacak. Ancak bu olumsuz hava önümüzdeki toplu sözleşme süreçlerinde iyi bir örgütlülükle ve mücadele azmiyle dağıtılabilir. Bunun yollarını mümkün kılmak için tüm işçiler bir arada hareket etmeyi ve kendi çıkarlarını ancak ve ancak kendisinin koruyabileceğini öğrenmelidir.