Bu hafta Erdoğan Ankara’daki Aile Şurası’nda konuştu. Buradaki konuşmasında yine kadınların konuşması, karar vermesi gereken konularda açıklamalar yaptı. Önce "Güçlü milletler güçlü ailelerden oluşur. Onun için yıllarca bu ülkede kısırlaştırma adına her şeyi yaptılar" dedi. Sonra da "Doğum kontrolu dediler, aile planlaması dediler. Değişik isimlerle bize nüfuz etmeye çalıştılar. Bu adımlarla da nüfusumuz azaltıldı. Ben bu milletin bir evladı olarak bu gidişi doğru bulmadım, bulmuyorum. Her doğan rızkıyla gelir" dedi.

Yüzyıllarca erkek egemenliği; kadın bedenini, üreme sistemi ile kontrol almaya çalışmıştır. Erkek egemenliğinin tarihine baktığınızda, kadının doğurganlığının kutsandığı; kendi bedenleri hakkında karar vermek isteyen kadınların ise günahkar, şeytan, cadı ilan edildiğini görürsünüz. Yüzyıllar öncesinden günümüze ise kadınların kendi bedenleri hakkında kendilerinin karar vermesi yerine kendileri karar vermek isteyen erkek yöneticiler hala karşımızda. Onun gibi düşünen, bunu söyleyen ilk Erdoğan değil tabi ki. Kadınların modern haklarına her zaman saldırılar olmuştur. Örneğin; Naziler da koruyucu önlem alan kadınları “ırka karşı cinayet işleyenler” olarak görüyordu.

Hitler’e göre modern kadın ailenin çökmesine neden oluyordu ve çocuk doğurmamak doğaya ihanetti. Ya da Sırp-Ortodoks kilisesi yıllarca, Sırplar’ın düşük doğum oranlarının Sırbistanlı kadınların bencilliği yüzünden olduğunu düşündü ve bunun Sırp ırkına karşı işlenen bir günah olduğunu açıkladı. 1980’li yıllarda ortaya çıkan kürtaj karşıtı grupların sürekli kullandıkları “kürtaj cinayettir” sloganlarını*, kendi ülkemizde Erdoğan’ın “Kürtaj cinayettir, her kürtaj bir Uludere’dir” sözleriyle hatırlıyoruz. Tüm bu söylenenlerin kadın ve çocuk düşmanı hükümet dönemine denk gelmesi elbette tesadüf değil.

Kadınların bedenleri üzerinden siyaset ne bugün ne de 1960’larda ilk defa karşımıza çıktı. Ancak 1960’lı yıllarda doğum kontrol haplarının buluşu gibi bilimdeki ilerlemelerle ve yeni kadın hareketiyle, cinsel alanda kadınlarla erkeklerin eşit haklara sahip olmasının yolu açıldı. 19. ve 20. yüzyılda doğum kontrolü ve kürtaj hakkı için kadınlar büyük mücadeleler verdi. Dünyanın birçok ülkesinde kadınlar bu hakları için büyük direnişleri örgütlediler. Kürtaj meselesi yıllar boyunca devletin nüfus planlaması olarak siyasilerin (erkek siyasilerin) söz sahibi olduğu bir alan olarak ele alındı. Kadınların sağlık, üreme hakkı, kendi bedenleri üzerinde kendi kararlarını verme hakkı olarak ele alınması ise ancak kadınların mücadeleleriyle mümkün oldu. Bu mücadelelerin en yakın örneklerden biri de İrlanda. İrlanda’da kürtaj yasağını ihlal edenlere hapis cezası dahi verilebiliyordu. 2018 yılında kadınların başlattığı mücadele ile kürtaj artık yasal hale geldi.

Türkiye’de de durum çok farklı değildi. 1930-1940’lı yıllarda hamileliği önleyici alet ve ilaçların satışı yasaklandı. Doğum kontrolü, kürtaj gibi konularda propaganda bile yapmak yasaklanmıştı. Tüm dünyadaki mücadelelerin de etkisiyle 1970’li yıllarda doğum kontrolü ve kürtaj tartışmaları yeniden arttı. Kürtaj ancak 1983 yılında yasal hale geldi. Kürtaj yasal olduktan sonra da defalarca kez yeniden yeniden gündeme geldi. 2012 yılında ise kürtajı yasaklamak için çıkarılmak istenen yasaya karşı direndik, yasayı geri çevirdik. Bu kararı her kadının kendi vermesi gerekir dedik ve kadınların kendi kararlarını verme hakkı için mücadele ettik.

Bugün ise kürtaj Türkiye’de yasal ama devlet hastanelerinde sistematik bir engelleme söz konusu. Birçok devlet hastanesi kürtaj olmak isteyenleri reddediyor. Devlet hastaneleri yasal olmasına rağmen başvuran kadınları özel hastanelere yönlendiriyor. Yani eğer imkanınız varsa paranız ile özel hastanelerde ya da kliniklerde kürtaj yaptırabilirsiniz. Parası olmayan kadınlar için ise tam bir kabus. O yüzden de kürtajın yasallaşması tek başına yeterli değil. Özellikle de kliniklere ödeyecek parası olmayan ya da erişimi olmayan kadınlar için bu yeterli değil. Parasız, evrensel sağlık hakkıyla birlikte kadınların kürtaj hakkına sahip olması şart.**

Kadının bedenine kendisinin egemen olması, elbette bir kadının en önemli hakkı ve kendi yaşamını şekillendirebilmesinin en temel koşullarından biridir. Kadınlar anne olmayı seçme ya da seçmemeye karar veriyor. Anne olsa da olmasa hayata karışıyor. Kadınlar hiç de öyle birilerinin söylediği gibi “en kutsal kariyer anneliktir” diye düşünmüyor. Kadınların başka idealleri var artık. Kadınlar eğitim almak, meslek sahibi olmak, üretmek, seçmek ve seçilmek istiyor.

Bir de her çocuk rızkıyla doğar diyen Erdoğan’a şunu soralım: Bir çocuğun bebeklikten itibaren bakım, sağlık, eğitimi için hükümetiniz ne yapıyor? Öncelikli olarak çocuğun bakımını kadınlara yüklüyor. Kadınları evin içinde, çalışma hayatının dışında tutuyor. Çünkü çocukların bakımları için ücret ve kreş yok. Sağlık ve eğitim sistemi ise paralı. Yani çocuğunuzun sağlıklı olması ve iyi bir eğitime sahip olabilmesi için paranızın olması gerekiyor. Giderek derinleşen kriz döneminde çocuklarına bir kahvaltı dahi veremediğini, her mikrofon gördüğünde geçinemediğini söyleyen kadınları görüyoruz. Son dönemde marketlerden en çok çalınan ürünlerin bebek maması olduğu haberlerini de hatırlarsınız. Yani her çocuk Erdoğan’ın dediği gibi rızkıyla gelmiyor. Erdoğan’ın kendisinin, çocuklarının veya yandaşlarının geçim derdi olmayabilir ama bu ülkede milyonlarca insanın geçim derdi, yoksulluk derdi var.

Boşanmayı değil, kadın cinayetlerini durdurun

Erdoğan açıklamasında başka ne diyor? “Nikah akdinin değersizleştirildiği, evlilik dışı ilişkilerin normal sayıldığı, boşanmanın adeta teşvik edildiği sancılı bir süreçle karşı karşıyayız.” Evet, Erdoğan’a kötü bir haberimiz var: Türkiye'de her geçen yıl evlenme oranları düşüyor boşanma oranları ise artıyor.*** Peki bu ülkede kadınlar en çok neden öldürülüyor, onu biliyor musunuz? Boşanmak isterken, çalışmak isterken; yani kendi hayatlarına dair karar vermek isterken.

Kadınlar boşanabilmek için canlarını ortaya koyuyor bu ülkede, canlarını. Daha ötesi yok. Artık kadınlar öldürülürken onlarla beraber çocukları öldürülüyor. Ya da kadınları cezalandırmak için erkekler artık kendi çocuklarını öldürüyor. Yiğitcan’ı, Miray Hira’yı, Elif Mina’yı hala unutmadık. Çocuklar istismar ediliyor. Her gün çocuklar istismar edilirken ve şüpheli çocuk ölümlerini konuşurken bu ülkede, neden kalkıp bunların sonunu getirecek adımlar atmıyorsunuz?

Siz o çok sevdiğiniz aile kurumunu bile ayakta tutamıyorsunuz. O çok kutsadığınız ailelerde her gün kadınlar öldürülüyor, şiddete uğruyor. Kadınları öldürenler hep ailelerinden ya da tanıdıkları erkeklerden oluyor. Şiddet gören kadınların, mutsuz bir evliliği olan kadınların boşanmasını kolaylaştırmanız gerekiyor. İnsanın bir şeye kendisinin karar vermesi hakkı, erkeklerin olduğu gibi kadınların da hakkıdır. Yani bir erkek nasıl öldürülmeden, şiddet görmeden boşanabiliyorsa; kadınlar da aynı şekilde boşanabilmelidir.

Kadınlar boşanmayıp, şiddet gördükleri o evlere geri dönsün istiyorsunuz. Kadınların bedenleri paramparça edilip dere kenarlarında bulunurken, sokak ortasında yakılıp öldürülürken; kadınlar başlarına ne gelirse gelsin sessiz kalsın istiyorsunuz. Ama artık o dönemler geride kaldı. Makul kadın değil eşitliği isteyen, onun için mücadele eden kadınlar var karşınızda. Örgütlü mücadelesiyle size geri adım attıran, haklarından vazgeçmeyen kadınlar var.
 

Kaynaklar:
* Jack Holland - Mizojini Dünyanın En Eski Önyargısı
** Cinzia Arruzza, Tithi Bhattachar ya, Nancy Fraser - %99 için Feminizm: Bir Manifesto
*** TÜİK - 2018 yılı evlenme ve boşanma istatistikleri