Seçimlere çok az bir zaman kaldı. Geçmiş seçimlere göre çok sönük geçen bir seçim süreci işliyor. Bu durumun ilk sebebi Erdoğan’ın sonuçlardan korkmasıdır. Bunu anlayabiliriz.

Ana muhalefetin sessizliğini anlamak da zor değil. Bu seçimlerde iktidar olmak istemeyen, hatta iktidar olmaktan korkan bir muhalefet biçiminin en bariz örneğini görüyoruz.

AKP’liliğin bir sınıf olmadığı ekonomik gidişatta ortaya çıkıyor. Yoksulluğun hızla arttığı kriz ortamında sınıflar arası hatlar keskinleşiyor. Uzun zamandır AKP’ye oy veren insanlar - işçisinden çiftçisine, küçük esnafına kadar - ekonomiden memnun değil. Bunu anketlerde de sokak röportajlarında da görmek mümkün. Muhalefette yer alan burjuvazinin ise temel rahatsızlığı patron sınıfıyla işçi sınıfı arasında ki yarılmadır.

Burjuva siyasetinin rahatsızlığını en iyi anlatan CHP’nin “Hepimiz Aynı Belediye Otobüsündeyiz” başlığıyla çektiği reklam filmidir. Erdoğan’ın “Hepimiz aynı gemideyiz” söylemiyle birebir aynı siyaset biçimi. Ancak, nasıl Erdoğan ile aynı gemide değil isek burjuva siyasetçileriyle de aynı belediye otobüsünde değiliz. Ayrıca belediye otobüsü kullanan zengini de kim görmüş?

Bu anlamda CHP’nin, üreten sınıf ile üretenlerin emeğine el koyan sınıf arasındaki yarılmaya itiraz eden siyaseti AKP oylarında bir yarılma yaratamayacağı çok açık. Bunu anlamak mümkün. İktidar da ana muhalefet de çöken kapitalizmi yeniden canlandırmak istiyor.

Bu seçimin sadece bir yerel seçim olmadığını Erdoğan çok iyi biliyor. Beka sorunu da sadece Erdoğan’ın değildir. Aynı zamanda kapitalizmin beka sorunudur. Kapitalizmin bekası krizle son bulur.

Bu yüzden asıl ortaya konması gereken kendisine sosyalist, komünist diyen muhalefetin bu süreçte ne yaptığıdır. İşte burası içler acısı. Bizim solcularımızın seçim sevmediğini daha önceki seçimlerde görmüştük. Son süreçte ekonomik krizi de sevmediğini gördük. Kapitalizmi kriz anından başka ne zaman yeneceğiz?

Yazarken, çizerken kahve köşelerinde kendisinin çok radikal solcu olduğunu savunan, devrimcilikte mangalda kül bırakmayan sözüm ona sosyalistlerimiz kriz konusu gelince “Tek sorun ekonomi mi?” diye atlıyor tartışmaya. Hemen “sol değerlerin” öneminden konuşmaya, ardından “iyilikler, güzellikler siyaseti” sunmaya başlıyor. “Baskılar” üzerine konuşması en sevdikleri. Tabii politika üretememesinin nedeni baskılardır kesin. “Demokrasi” sorununa değinmek zaten görenektendir. Üstüne bir de takvim solculuğunu eklersek değmeyin keyfine.

Bir de halktan şikayet etmeye başladı mı durdurabilmek ne mümkün. Kendisi hariç herkes aptal. Ne güzel mücadele. 1000 yıl bıraksan 1000. yıllarını kutlayacaklar. Halkın okumadığından şikayetlenenleri bıraksan 1000 yıl “bizim programımız neden karşılık bulmuyor, neden gerçekleştiremiyoruz?” diye sormayacak.

İyi de pek sosyalist kardeşlerimiz; ezenlerle ezilenler arasındaki tarihi mücadelede ekonomik gidişata kim el koyacak? Emekçilerle burjuvazi arasındaki yarılmaya kim mıh çakacak? Sınıflar savaşında işçi sınıfının ekonomik programını kim ortaya atacak? İşçi sınıfını kim örgütleyecek? Bu soruları sormuyorsanız neden kendinize Marksist-Leninist diyorsunuz?

Solun temel sorunu kapitalizmi yıkacak olan işçi sınıfının politik programını ortaya koyamamasıdır. Zaten onların sosyalist olması yeterlidir, işçi sınıfı da zaten aptaldır. İşçiler de o yüzden takip etmiyor. Seçenek bulamıyor. Onlar için varsa yoksa karizmaları. İşte “Ekonomi tek sorun mu?” söylemi ardında ki gerçek budur.

Ancak karizmalarınıza yasladığınız sosyalizm çok geride kaldı artık. Güzel gün solculuğu bitti. Kapitalizm öldü. Bu sorulara cevap üretmeye çalışmayanlar sosyalist olamayacağı gibi, sınıflar savaşındaki yerleri de işçi sınıfının yanı olmayacaktır. Kriz günlerinde göreceğiz “ekonomiden anlamıyorum”, “ekonomi tek sorun mu?” diyenlerinizi.