31 Mart yerel seçimleri ile gündemimize tekrar gelen bir konu ve seçimlerden sonra da dikkat edilmesi, üzerinde durulması gereken bir durum... Ortalıkta dolaşan iddialara göre Gül bu seçimler sonucu yıpranmasını beklediği AKP üzerine, eski dava arkadaşlarını da yanına alarak 55 milletvekili ile (CHP’den de olmak üzere) yeni bir parti kuracak veya Saadet Partisi’nin başına geçecek. Bu iddialar 24 Haziran’dan önce de gündemde olan iddialardı (çatı aday olması da gündemdeydi tabi o sıralar). Peki bu sefer durum farklı mı? Siyasal olarak pek değil fakat ortada bu sefer gittikçe şişen bir ekonomik kriz farkı var. Bu da en çok biz emekçileri, işçileri, sosyalistleri ilgilendiren bir durum.
31 Mart’tan sonra bu iddiaların realitesini göreceğiz. Fakat eğer bu iddialar gerçekleşirse ortaya çıkan bu yeni havada liberal siyasal islamın bu yeni varyasyonunun mevcut Siyasal İslam’dan, ekonomik ve ideolojik olarak hiçbir farkının olmayacağını biliyoruz. Ayrıca bu yeni varyasyonun; AKP’nin ekonomik ve politik hamlelerinden rahatsız olan AKP’li tabandan ciddi bir kesimi, ana muhalefetin politik beceriksizliklerinden ümitsiz, bıkkın tabanı ve işçi sınıfından bir kesimi de arkasına alması kaçınılmaz bir durum olabilir. Ekonomik krizden de nemalanarak popülist söylemlerle 2003-2007 arasındaki yılları yad edip o günlere özlemi canlandırabilir. (Ciddi bir kesimde bu dört yıla hasretle bakanlar mevcut.)
Gül’ün hem Dışişleri Bakanlığı dönemi hem de Cumhurbaşkanlığı dönemi boyunca elde ettiği pek çok imkan var. Küresel ilişkileri (özellikle Avrupa ile) mevcut, bunlar onun bir diğer artısı. Bir diğer araç olan medyada ise TV5 üzerinde çalıştığına ve finans sağladığına dair iddialar var fakat bu ne kadar yeterli olabilir?
AKP’nin seçimlerde güç kaybetmesi, yandaş medyanın da çıkarlarını zedeleyecektir. Fakat Gül’e dönerler mi, muamma. Zira Erdoğan’ın “bu trenden inen bir daha binemez” tehditi onlar için özellikle geçerli olacaktır.
Bu seçimlerde ekonomik kriz üzerinden politika yaparak emekçileri kazanmaya çalışacak olan ise Saadet Partisi ve girdiği makam savaşı sonucu ondan ayrılıp yeni parti kuran Erbakan’ın oğlu, yani Refah Partisi. Bizi ilgilendirir mi? Bu iki parti de bizi ilgilendirir. İkisi de popülist söylemlerle emekçi kesiminin desteğini alabilirler. Emekçi kesimi umursuyorlar mı peki? Makam odalarındaki koltuklara bakarak anlayabilirsiniz bunu.
Siyasal İslam’ın geçmişine baktığımız zaman da benzer hatta bazen birebir aynı şeyler görüyoruz. Bunların ilki Menderes dönemidir.
İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkım ve ticari ilişkilerin bozulması sonucu ekonomisi yıpranan Türkiye bu dönemde çok partili düzene geçti. Adnan Menderes ve Celal Bayar tarafından kurulan Demokrat Parti daha ilk yıllarında bölündü ve Millet Partisi ortaya çıktı. DP iç sorunları ile uğraşırken CHP, demokratların onlara karşı ileri sürdüğü din düşmanlığı iddialarına karşı muhafazakar bir renge bürünmeye çalıştı ancak ekonomik bir sefaletin içinde olduğunu da pek de göz önüne almadı.
DP, CHP’nin tek adam-tek parti rejimine karşı “Yeter, söz milletin” gibi sloganlar, yabancı sermayenin yurda gireceği, devlet tekelinin ortadan kaldırılacağı gibi söylemlerle seçimlere girdi. O yıllarda kırsal nüfusun çoğunluk olduğu, az gelişmişliğe bağlı eğitim sorunlarının halledilememesi ve CHP’nin toprak reformunu geri çekmesi sonucu toprak ağalarının yaygın ve güçlü olduğu bir dönemdi. Kendisi de bir toprak ağası olan Menderes, toprak ağalarının ve bu ağaların altında ezilen köylülerin, çiftçilerin desteğini aldı ve iktidara gelebildi. İktidara geldikten sonra yabancı sermayenin yurt içine girebilmesi için serbest piyasaya hızlıca geçmeye yönelik adımlar atan Menderes, daha sonra Marshall desteğini almak ve NATO’ya girmek için Kore’ye asker gönderdi. Muhafazakar kesimin ve cemaatlerin de desteğini almak için ezan Arapçalaştırıldı, eğitimde din derslerine ağırlık verildi. Tarikat ve cemaatlere örgütlenmeleri açısından rahat bir ortam sağlandı, üzerlerindeki baskı kaldırıldı.
Buna karşın dış politikada bu vaziyete çok ters politikalar güden Menderes, Batı’ya yaranmak için Cezayir Kurtuluş Savaşı’nda Fransa’yı destekledi. Serbest piyasa ekonomisi, iktidarının ilk dönemlerinde dış sermayeyi ülkeye sokması ve aldığı borçlar ile bir nebze rahatlayan Menderes Türkiye’si uzun vadede ekonomik krize davetiye çıkardı. Daha sonra borçlarını ödeyemez durumuna geldi ve IMF ile ilk anlaşmasını yaptı. Ancak bunlar onu kurtaramayınca toplumda baskıyı iyice artıran Menderes, tek adamlığa doğru adım attı. CHP’ye karşı baskılarını artırdı, orduda tasfiyelere girişti, grev, yürüyüş ve protestoları engelledi. Ancak yine de kendisini kurtaramadı ve 27 Mayıs Darbesi gerçekleşti.
Günümüz Türkiye’si ile ne kadar benzer olduklarını buradan da görebiliyoruz.
1980 Darbesi’nden sonra ABD tarafından Türkiye’de iyice pohpohlanan Siyasal İslam ve yeşil kuşak, bu dönemde devlet desteğiyle pek çok tarikat, cemaat ve yardım kuruluşları ile güçlendi ve büyüdü. Fakat aralarındaki iktidar ve makam savaşı gün geçtikçe ortaya çıktı ve bir yandan da bölündüler. Siyasal İslam’ın kendi içindeki koltuk kavgası sonrası iki parti ortaya çıktı: Saadet Partisi ve AKP. SP’yi pasifize eden AKP o dönem iktidarının ekonomik kriz karşısındaki beceriksizliği ile kitleleri arkasına alıp tek başına iktidara geldi. Benzer şartlar şu anda da mevcut. Bir yandan ekonomik kriz, bir yandan muhalefetin muhalefet yapamadığı bir durum ve bir yandan da gözünü iktidara yöneltmiş, çıkarları zedelenmiş Siyasal İslam’ın bu yeni varyasyonu. (Tabi eğer Abdullah Gül cesaret edip böyle bir şeye kalkışırsa.)
Tarih tekerrür ediyor. Özellikle sol kesimin emekçilere ulaşamaması veya bu yolda engellenmesi; kriz zamanlarında emekçilerin, Siyasal İslam’ın bir diğer varyasyonuna yani diğer bir sağ partiye kaymasına zemin hazırlandı.
Önümüzde devam eden mevcut ekonomik kriz ve siyasal krizler… Solcuların özellikle dikkat etmesi gereken, bu krizlerden yararlanmak isteyen bu yeni varyasyonlara emekçi kitlelerin kaymasını önlemek ve bu yönde mücadele etmektir. Bu da önümüzdeki süreçte solcuların, sosyalistlerin en önemli sınavlarından biri olacaktır.